<#comment>#comment>Bayram ve yılbaşında pek çoğumuzun tek eğlencesi yine televizyonlar olacak. Ama her şeyin suyunu öylesine çıkartılar ki, tek kanallı TRT'nin Nesrin Topkapı'lı yılbaşı gecelerini arar olduk. Bir Emel Sayın'ı, Ajda'yı dört gözle beklerdik. Oysa şimdi ne ararsan fazlasıyla var. Dansöz mü, üçü, beşi bir arada. Sanatçı mı kırkı birden. Gürültü, şamata, seviyesizlik diz boyu...
Kablolu ve dijital kanalları da hesaba katarsanız yüzlerce kanal var. Ama çoğu zaman oturup izleyebileceğiniz tek kanal bile bulamıyorsunuz. Tıpkı bir kuş sütünün eksik olduğu zengin sofralardan aç kalkmak gibi...
Son dönemlerde bir de taklit programlar çıktı. Reytingi biraz iyi olan dizi ve yarışma programları, neredeyse tıpa tıp taklit edildi. Sonuç felaket. İzleyici bazen öylesine enayi yerine konuluyor ki, bu kadarı da olmaz dedirtiyorlar...
Zoraki izlenen ya da o anda televizyon açık olduğu için reyting sıralamasına giren programlar, sanki canı gönülden izleniyormuş gibi sunuluyor. Ama bu arada televizyon izleyici sayısı sürekli azalıyormuş, bu kimin umurunda. Anlayacağınız kumanda aleti yine elden hiç düşmeyecek...
Küslerin bayramda barışmaları beklenir. Kırgınlıklar
<#comment>#comment>ABD Başkancı Clinton, Beyaz Saray'daki 8 yılını New York Times'a anlattı. Bir anlamda sevinçlerini, acılarını, en zor anlarını sıraladı. Görevdeyken, bir başkandan çok, hep içimizden biri gibi imajı yarattı. Başkanlığı dönemindeki "en"leri sıralarken de bir ABD Başkanı olarak değil, dünyanın herhangi bir ülkesindeki, herhangi bir insan olarak duygularını dile getirdi. O önce insandı. Röportajdan çıkan sonuç o. Bayram ve yeni yılı bir arada kutladığımız şu günlerde, Clinton gibi geriye dönüp 8, 10 yılın muhasebesini yapmaya ne dersiniz? Bakarsanız, ileriye yönelik çok öneli ipuçları yakalayabilirsiniz!..
Ufkunuzu açma açısından işte Clinton'ın bazı "en"leri:
En zor anı: Vietnam'a varışımızda resmi karşılama töreni düzenlediler. Milli marşlar falan çalıyordu. İşte o 15 dakika boyunca tek düşündüğüm Vietnam'da ölen lise arkadaşım ve intihar eden Oxford Üniversitesi'ndeki oda arkadaşımdı. Başka bir şey düşünemiyordum. Sonra kendi kendime "Ben Amerika Başkanıyım" dedim. Silkinip kendime geldim...
En büyük avuntusu: Mutlu bir yaşamım olduğu için, ailem dağılmadığı için, ülkem iyi durumda olduğu için mutluyum.
En sinirlendiği istek: O kadar güzel bir soru
<#comment>#comment>Birçok okulda geçtiğimiz ay bir haftalık ara tatili vardı. Şimdi 10 günlük Şeker Bayramı ve yılbaşı tatili. Şubatta 15 günlük yarı yıl tatili. Martta da yine 10 günü bulan Kurban Bayramı tatili. Nisanda 23 Nisan, mayısta 19 Mayıs tatilleri ve ardından uzunca bir yaz tatili. Ha bu arada kar kış ve özel günlere yönelik tatilleri saymıyoruz. Bir de onları eklersek okulların açık olduğu gün sayısı, neredeyse 150 güne inecek. Oysa yasa açık. 180 iş günü diyor...
Fazladan kapatılan her günün öğretim yılının sonuna eklenmesi gerekir. Ama ne mümkün. Bir ara Köksal Toptan bunu yapacak oldu. Adı gaddar bakana çıktı. Halbuki doğru olanı yapıyordu. Çocukları, gençleri, anne babaları, öğretmenleri kandırma yerine gerçeği haykırıyordu:
Peşinden koştuğumuz ülkelerde eğitim süresi 200 ila 240 gün arasında değişiyor. Biz süreyi atıracağımıza sürekli azaltıyoruz. Gelin buna karşı çıkalım diyordu ama söylediğiyle kaldı...
Şimdi yine tatile elbirliği ile seviniyoruz. Ama faturası yine öğrenciye, öğretmene çıkacak. Motivasyonu dağılan öğrenciyi yeniden derse hazırlamak günler alacak. Ertelen sınavlar ise bombardımana dönüşecek.
Neymiş tatil yapıyormuşuz. Yola
<#comment>#comment>Kızım olmadığı için muhtemelen bu isimli bir kitap hiç yazamayacağım. Belki oğullarıma olabilir. Ama o da çok yıllar sonra...
Emre Kongar'ı pek çoğumuz tanır. Yurtdışında doktora yapan ikiz kızları Elif ve Ebru'ya yazdığı mektupları kitap haline getirmiş. Bir çırpı da okudum.
Hoca, "Bilmem bu mektuplar eğitim alanına ne kadar girer" diye kitabı imzalamış.
Hiç kuşkunuz olmasın Hocam, yazdığınız her mektup, kapısında kuyruklar oluşan her dersiniz kadar ilginç, ilginç olduğu kadar da zevkli, öğretici ve doyurucu...
Renkli birçok bölüm var. İşte bunlardan biri:
"Sevgili kızlarım, şimdi sizi biraz gülümsetecek bir örnek vereyim. Erkek kültüründe kız tavlama diye argo bir terim vardır. Aynı terimi kız kültüründe erkek tavlama biçiminde görürüz.
<#comment>#comment>Burs konusunun önemine ve bu konuda yapılan yanlışlara dün değinmiştik. Bugün bu olaya farklı bir açıdan yaklaşan ve yeni açılımlar getiren bir mektuba yer vermek istiyorum:
"Türkiye'nin (YÖK, TÜBİTAK ve kurumlar) yurtdışına öğrenci gönderme politikası, ülke çıkarları açısından kanımca tamamen yanlış ve israf kaynağı.
Gelişmiş ülkelerde uzmanlık için aranan tüm mali kaynak, hocalar tarafından asistanlara verilir. Eğer hoca konusunda iyi ise, o hocaya hem bulunduğu ülkenin araştırma fonundan hem de endüstriden çok iyi kaynaklar gelir. Hoca da, projenin başarıya ulaşması için dünyanın herhangi bir yerinden en iyi asistanı bulup getirmek ister. Parasını da kendisi verir. Burslu olup olmaması hiç öneli değildir.
Türkiye'den gelen burslu öğrencilerin çoğu, proje bulamamış ikinci sınıf hocalara veya araştırmaya yeni başlayıp kaynağı olmayan asistan profesörlere düşüyor. Devletin bir burslu öğrenciye yaptığı yatırım bir yılda 40 bin dolar. Bu asistanlardan iyi olanlar genelde geldiği ülkede kalıyor. Kötü olanlar ise iki, üç üniversite dolaştıktan sonra zorluktan geri dönüyor. Ayrıca fakültelerce gönderilen burslu öğrencilerin hemen hemen hepsi politik
<#comment>#comment>Burs arayışı içinde olan pırıl pırıl gençler var. Ufacık bir destek görseler, kendi alanlarında, değil Türkiye'nin dünyanın en başarılı isimleri olabilecekler. Ama batık bankalara, taşa, toprağa, makineye milyarlarca dolar pompalayan devlet, her nedense sıra insana yatırıma gelince bir anda cimrileşiyor.
Devlet böyle de, özel sektörün geneli farklı mı? Alın birini vurun diğerine. Çoğu devlet kredisiyle parayı bastırıp en son teknolojiler getirilebiliyor, en mükemmel tesisler kurulabiliyor. Ya onları işletecek olanlar? İşte onu hiç düşünen yok. O ondan transfer ediyor, öbürü diğerinden. Piyasalar üç beş kişinin oyuncağı haline getiriliyor...
Burs adı altında bölük pörçük verilen paralar ise tam anlamıyla heba oluyor. Halbuki hepsi tek elde toplanıp yönlendirilse çok daha iyi olacak. Ama bu kimin umurunda! Dahası: Bursların ne kadarı hak edene veriliyor? Bursla yurtdışına gidenlerin ne kadarı geri dönüyor? Ne kadarı doğru kullanılıyor?..
Aslında bu konuda günlerce yazı yazılır. Yazmaya da deva edeceğiz. Çünkü sorun, ülkenin en değerli kaynaklarının heba edilmesi sorunu.
Yetişmiş insan gücü, 21. yüzyılın en değerli birikimi olacak. İnsana yatırım
<#comment>#comment>Milli Eğitim Bakanlığı, "2001 Başında Milli Eğitim" diye kocaman bir kitap hazırlamış. Eğitimle ilgili ne ararsanız var içinde. Dışarıdan birisi Türkiye'deki eğitim sistemi hakkında bilgilenmek için gelip bu kitabı okusa, kesinlikle her şey mükemmel der ama, durum ortada...
Öylesine ilginç noktalar var ki, Avrupalıların bizden istediklerinin de çok ötesinde. Ama iş uygulamaya gelince nedense hep sınıfta kalıyoruz. İyi başlıyoruz, kötü bitiriyoruz. Tıpkı "Hayat kurtarma operasyonu"nu, onlarca insanın hayatını yitirdiği bir kaosa dönüştürdüğümüz gibi...
İsterseniz hemen Milli Eğitim'in Temel İlkeleri'ne bir göz atalım:
1) Genellik ve eşitlik 2) Ferdin ve toplumun ihtiyaçları 3) Yöneltme 4) Eğitim hakkı 5) Fırsat ve imkan eşitliği 6) Süreklilik 7) Atatürk ilke ve inkılapları ve Atatürk milliyetçiliği 8) Demokrasi eğitimi 9) Laiklik 10) Bilimsellik 11) Planlılık 12) Karma eğitim 13) Okul ve ailenin işbirliği 14) Her yerde eğitim...
Başlıkların altına inip biraz daha detaya indiğinizde eh ancak bu kadarı olur diyorsunuz. İlkelerini, amacını ve hedefini böylesine güzel belirleyen bir Milli Eğitim, uygulamada nasıl bu kadar başarısız olur diye şaşırıp