Rizespor’u “akide şekeri” gibi tatlı ve kolay bir rakip olarak görmek çok büyük hata! Başakşehir Fatih Terim Stadı’nda görüldü ki gelen takım akide şekeri değil, “çakıl taşı”dır... Hikmet Karaman’ın ekibi savunmasında Viera ve Oboabona ile Mario Gomez’in ayaklarına pranga vururken Eren Albayrak’la soldan kontralara çıktı sık sık. Ahmet İlhan, Makiadı ve Deniz’le kontralar anlam kazandı. Bir de fenomen adam Kweuke var. Rizespor’un santrforu, topla buluştuğunda çok tehlikeli. Ersan, Rhodolfo ve beklerden biriyle ikili mücadeleye girdiğinde çok sert oynuyor. İtiyor, kakıyor, zaman zaman tehlikeli fauller yapıyor. Daha da tehlikeli yanı, topla buluştuğunda şuttan çok boş adam gözetip asisti denemesi. Rizespor bu oyun anlayışı ile ilk yarıda en az üç net gol pozisyonuna girdi, biri direkte (Deniz) biri de Tolga’da biten (Ahmet İlhan) iki mutlak gol kaçırdı. Beşiktaş için maç kördüğüme döndü.
Milli maç arasının takım oyununa negatif bir etkisi olabilir mi? Tartışılır. Ama tartışılmayacak gerçek, Olcay’ın çok koşmasına rağmen etkisizliği... Gökhan Töre’nin anormal top kayıpları... Sosa, Oğuzhan ve Mario Gomez arasındaki iletişimin kopukluğuydu. İlk yarı Beşiktaş açısından tam
Bu yazıyı Türkiye - İzlanda maçını beklerken yazıyorum... O nedenle yazıyla maç sonucunun ilgisi olmadığını, olamayacağını takdir edersiniz. Yine de -sonuç ne olursa olsun- Fatih Terim ve tüm futbolcularına yürekten teşekkür borcumuz vardır. Bize unutulmaz heyecanlar yaşattılar. Tükendiğimiz noktalarda yeniden umut aşıladılar. Emek terleri döktüler, takdiri hak ettiler.
Doğal olarak eleştiriyi de hak ettikleri zamanlar, maçlar oldu.
Övgüyle eleştiriyi bir arada sunmaya çalıştık onlara. Yaranamamış olabiliriz, eyvallah! Şunu da bilmeliler ki gazeteci/spor yazarı dediğin zaten yaranmak için yazmaz. Yağ olsun, kıyak olsun diye konuşmaz. Kendi değer ölçüleriyle kendi penceresinden yorumunu yapar... Beğenirsiniz, ya da beğenmezsiniz. Tıpkı futbolcunun oyunu ve performansı gibi... Özetle herkes işini yapıyor bu memlekette.
Arda da Mehmet Demirkol da.
Milli Takım Kaptanı Arda Turan’ın, Mehmet Demirkol’un sözlerinden, yazılarından yola çıkarak ders verir bir edayla konuşmasını yukarıdaki kriterlerle anlamaya çalıştım ve yadırgadım. Mehmet Demirkol, Arda’nın instagramda dile getirdiği uykusuz ve sıkıntılı haliyle ilgili olarak “O saatte ne işi var ayakta” gibi hoş bir espriyle
Öncelikle top bizde olsun. Oyunu kontrol edelim. Riskten uzak, rakip kaleye yakın, ama santrforsuz oynayalım... Eski Barcelona gibi (4-6-0)’la başlayalım... İlk bakışta beraberliğe razı, gol için de bireysel yaratıcılıklara, çabukluklara, fırsatçılıklara ihtiyaç duyan bir anlayış.
Riski minimize eden, ama golü de şansa bırakan bir yaklaşım.
Bu yaklaşımın en azından ilk yarıda amacına ulaştığını söyleyebiliriz. İzlanda savunmasında sağlam dururken, hücumda beklenen etkinliğinden uzaktı. Ne de olsa finallere katılma garantisinin verdiği rahatlık!.. Oğuzhan, Hakan, Volkan ve Arda ile golü de aradı çocuklar. Bu arayışlarda Şener de sağdan bindirmeleriyle zaman zaman etkili oldu. Ne var ki Hollanda’nın Çekler’e yenik düştüğü, Letonya’nın Kazakistan’dan gol yediği dakikalarda, yolumuzu doğrudan Fransa’ya bağlayan gol bir türlü gelmiyordu.
Fatih Terim, ikinci yarıda çoğalan top kayıplarını dikkate alarak son gecenin zor partisinde elini değiştirmeye karar verdi. Önce Gökhan’la (Dk.62) hücumda vites yükseltti. Cenk Tosun (Dk.72) ve Umut Bulut (Dk.75) hamleleri geldi. Bastırmaya ve hücumda diş göstermeye başlayan İzlanda’yı yokuşa süren hamlelerdi bunlar...
Arda’nın gol
Ankara’da patlayan bomba hepimizin yaşama sevincini aldı, götürdü. Elbette Milli Takım da bundan etkilenmişti. Prag’daki seremonide ve saygı duruşunda bunu gördük. Kahreden keder, oyunu da etkiledi. Tutuk, donuk ve isteksizdi çocuklar. Anlayabiliyorduk.
Ama anlayamadığımız başka şeyler de vardı... Örneğin maça çıkan 11, zihinlerde kuşku yaratmıştı. Mehmet Topal yoktu. Savunmanın önünde “tahkimat” noksanı vardı. Selçuk, Ozan ve Oğuzhan orta alanda etkinlik sağlayamıyordu. Hakan Çalhanoğlu ve Arda’dan da beklediğimiz yaratıcı katkıyı göremedik. İlk yarıda düşük tempolu oyun, Çeklerle bizim birlikte uyuduğumuz bir sessizliğe büründü.
Fatih Terim’in umut vermeyen bu tabloyu değiştirmesini bekliyorduk. İkinci yarıda oyuncu değişiklikleriyle yapacağı hamleler dengeyi sağlayabilir, hatta üstünlüğü bile ele geçirebilirdi. Beklediğimiz de oldu. Ama oyunculardan önce “mental” değişiklik yapmıştı Hoca. Devre arasında soyunma odasında neler konuştu, duygularını nasıl dile getirdi, merak ediyoruz. Öfkelenip kükredi mi? Yoksa derin fısıltılarla onların kafalarına ve yüreklerine ışık mı tuttu? Bilmiyoruz! İkinci yarıda, kaybolan ruhunu yakaladı Milli Takım. En başta Caner, sonra Arda ve
Savcı, iç-içe geçmiş farklı gerekçelerle “beraat” istedi. Hukuk, nihayet vicdanları rahat ettirecek bir kararın kapısını araladı. Ama acele etmeyelim. Birincisi, kararı 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin hakimi verecek. Hakimin kararını bilmiyoruz. Savcının mütalaasına uyabilir, farklı bir karar da verebilir.
Neresinden bakarsanız bakın 3 Temmuz sürecinin önde gelen “kurbanı” olarak Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ve onunla aynı mahkemede yargılananlar açısından bu yorum, “onurlarının iade edilmesi” anlamına geliyor.
Mahkemenin kararı, beklendiği gibi “beraat”la gerçekleşirse hukuk süreci yine de sonlanmış sayılmayacak. Her şeyden önce, baştan beri davaya müdahil olarak katılan, her aşamada itirazlarını dile getirip şampiyonluğunun tanınmasıyla sonlanacak taleplerini dile getiren Trabzonspor’un, Yargıtay’a yeni bir temyiz başvurusu yapması beklenmelidir.
Savcı, mütalaasında beraat gerekçelerini sıralarken, “örgütlü suç” iddiasının somut delillerden yoksun olduğunu, tapelerin ve yeni karar alınmadan gerçekleştirilen dinlemelerin delil sayılamayacağını öne sürmüştür. Öte yandan söz konusu teknik takiple ilgili yasa değişikliklerinin dikkate alınmadan 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “acul” bir
Perşembe’nin UEFA yorgunluğu üstüne bir de deplasman yolculuğunu eklerseniz, Beşiktaş’ın zorlanabileceğini düşünebilirdiniz. Ancak akla gelmesi normal olan bu olasılık gerçekleşmedi. Beşiktaş korktuğuna uğramadı. Süper Lig’de bu yıl hayal kırıklığı yaratan sonuçlarla dibe düşen Eskişehirspor, ne fizik ne de mental olarak Beşiktaş’a bir sorun çıkarabildi. Heyecan deseniz, zaten öyle bir duyguyu da yaşamıyor Eskişehirspor. Michael Skibbe, göreve gelirken kulüp tarihinde ilk yarıyı 37 puanla bitirmiş olmanın kredisini kullandı. Korkarım ki bu gidişle sezon sonunda 37 puanı bile zor toparlar Eskişehirspor. Ev sahibinin bu durumu sanırım yöneticiler tarafından doğru değerlendirilir.
Konuk Beşiktaş’a dönersek...
Şenol Güneş, futbolcularını “forma adaleti” konusunda kuşkusuz ikna etmiş... Bu konuda sorun çıktığını görmüyoruz, duymadık. Sporting maçındaki 11’den sadece İsmail ve Necip’i kenarda tutarak başladı Eskişehirspor maçına. Tosiç ve Oğuzhan’lı onbir, sıkıntısız, düşük tempolu, rahat bir oyun oynadı. Beşiktaş’ın iki kanatta Quaresma ve Gökhan’la sağ-sol değişerek kurduğu hücum oyunu Eskişehirspor karşısında etkiliydi. Ne var ki kanatlardan gelen onca topu rahat
Eğri oturup doğru konuşalım: Kimse Atatürk Olimpiyat Stadı’nın “uğursuzluğundan”, seyirciye “sapa” gelişinden, “zeminden”, “zamandan” şikayet edip bahanelere sığınmasın.
Beşiktaş, bizim “Süper” ligimizde pek de rastlanmayacak özelliklere sahip bir “büyük” takımla karşılaştı. Şenol Güneş ve futbolcuları “kutu”yu açtılar, “kötü”yü gördüler. Kendi evinde Lokomotiv Moskova’ya yenilen Sporting Lizbon, anlaşılan o ki “ummadığı bir kayaya” çarpmıştı. Onlar da Beşiktaş’ın “ummadığı kaya” oldular. Her şeyden önce çabuk, kıvrak savunmadan ofansa hem yer, hem de karakter değiştiren, birbirini bütünleyen, tamamlayan, destekleyen bir takımdı Sporting Lizbon... Beşiktaş eğlenerek oynayan, oynayarak eğlenen, ama büyük bir ciddiyetle “işini yapan” rakibi karşısında ilk 45’de “izlemekten” başka bir şey yapamadı. Öyle ki topu kazandıklarında baskı görüp kaybetti siyah - beyazlılar. Pas trafiğini yönetemediler. Takımın kozu olarak bellediğimiz Quaresma da Gökhan da Mario Gomez’e doğru dürüst servis yapamadılar. Bunun en önemli nedeni, Atiba - Necip ikilisinin oyun merkezinde sağa sola seyirtmekten, bozdukları hemen her pozisyonda topu kaybetmekten kurtulamamasıydı. O ikili üretken olmayınca
Sven Hannawald spor tarihinde yer alan eşsiz bir sporcu. 2003’de kayakla atlamanın en büyük zirvesi sayılan “Dört Tepeler”in dördünde de rekor derecelerle birinciliği kazanıp erişilmesi güç bir başarı elde etti. Bu başarının hemen ardından “Artık tükendim, bırakıyorum!” dedi. Onurlu kariyerinde 3 de olimpiyat altını olduğu halde arkasına bakmadan bırakıp gitti. Aynı yıl TSV Burgau takımıyla iki yıllık bir sözleşme imzalayarak futbola geçiş yaptı, Kreisliga’da sporculuk kariyerini noktaladı.
Burn Out Syndrome... Tükenmişlik Sendromu. Günümüzde hem spor adamlarının hem de tıp dünyasının karşı karşıya kaldığı önemli bir sorun. Çok önemli başarılara ulaşmış ya da o başarıları hayal eden kişiler, günün birinde hem fiziksel olarak, hem de ruhen çöküyorlar. Sonradan bilimsel müdahalelerle bu sorunu atlatan da var, atlatamayan da!
Deniz Çoban, anlaşılan o ki bir “Burn Out Syndrome” vakasını örnekliyor. Hakemlikte FIFA kokartını takmak, üst düzey uluslararası maçlarda düdük çalmak gibi ideallerini bir türlü gerçekleştirememiş. Ama asıl hayal kırıklığı yönettiği maçlarda yaşananlar. 2006’da hakemliğe başlayan Çoban, 20 Eylül 2010’da Gaziantepspor - Bursaspor maçını 62. dakikada