Aslı Çakır Alptekin ile Gamze Bulut’a ayağa kalkıp saygı sunalım. İçimizdeki tüm enerjiyi, sevgiyi, şefkati aktaralım. Çünkü bu iki kızımız spor tarihimizin atletizm altın ve gümüş madalyasını bir arada kazandılar. Hem de dünyanın en iyi, en seçkin orta mesafe koşucularının toplandığı Londra arenasında.
İki sporcumuz da zaten serilerden başlayıp yarı finale kadar süren o eleme müsabakalarında kalitelerini ve güçlerini kanıtlamışlardı. Yarışın büyük bir bölümünü Gamze Bulut önde taşırken, Aslı ilk beş içinde adeta saklandı. Aslı Çakır’ın hocası ve eşi İhsan Alptekin’le, Gamze’nin antrenörü Süleyman Altınoluk önce aralarında anlaşmışlar, sonra da her ikisi sporcuları ile ayrı ayrı konuşmuşlardı. Bu yarışın bayraktarlığını Gamze yapacak, sonra Aslı ile birlikte ikisi yarışı kendi aralarında paylaşacaklardı. Öyle de oldu.
Olimpiyat 1500 metre müsabakalarına bakıldığında elbette bu yarışın düşük tempoda geçtiği söylenebilir. Her şeyden önce kış ve yaz koşullarında karmakarışık güneş, yağmur, sıcak, soğuk ve nem değerlerinin gidip geldiği tuhaf bir olimpiyatta daha iyisini beklemek o kadar kolay değildi.
O nedenle bu zor savaştan çifte zaferle çıkan şampiyon kızlarımızı
Meğer ne hakikatlı dostumuzmuşsun bizim de, farkında değilmişiz. Londra’da uyandık.
Senden uzak kalınca, senin değerini anladık, utandık.
O nedenle peşin peşin özür dileyerek senden, en azından benim gibi düşünen birkaç kişi adına yalvarıyorum:
Affet bizi futbol!
Buraya, yani şu olimpiyat denen cümbüşe, kargaşaya, panayıra, pazara, şenliğe ya da ağızlara pelesenk olmuş haliyle madalya savaşına gelince sudan çıkmış balığa döndük.
Sen ne kadar büyükmüşsün, hepimizin dünyasını renklendirip doldurarak yaşamımıza anlam katıyormuşsun, olimpiyat rüzgârını yiyince sarsıldık ve uyandık.
Bu maç için saç baş yolmak, kafayı duvarlara vurmak gerek. Başka türlü asla rahatlayamayacağız. Basketbolda olimpiyatlara ilk kez katılıp onurlu bir mücadeleyle çeyrek finale gelen kızlarımız, Rusya karşısında gerçekten saygı duyulacak bir mücadele örneği sergilediler.
Avrupa Şampiyonası’nda 21 sayı fark yedikleri rakibe karşı sert savunmayla çeyrek finalin hakkını verdiler. Ne varki milli takım rakibin Natalia, Osipova, Petrakova gibi üç uzunla oynamasına karşılık iki uzunuyla bir türlü etkili olamadı. Nevriye özellikle ilk periyotta pota altında çok fazla top kaybettiler. Bir ara farka gideceğini düşündüğümüz mücadeleyi çevirerek heyecan fırtınasına dönüştüren kızımız Işıl Alben oldu.
Olağanüstü liderliğiyle, top çalmalarıyla, hücumda fazladan 24 saniyelere dönüşen cinlikleri ile skoru dengeye taşıdı. Sonra Nevriye de ısınıp kendisinden beklenen sayıları üretmeye başladı. Üçüncü periyodu 51-51 bitirmek alkışlanacak bir başarıydı. Ama basketbol 4. periyodun son 30 saniyesinde değiştiği bir oyun. Buna yürek dayanmıyor. Son 10 saniyeye 66-63 geride girdik. Top bizdeydi. Rakibin faul yapmasına izin vermeden üçlük denedik, ama olmadı!
Bu kızlara olimpiyat elemeleri
Londra’ya olimpiyat tarihimizin en kalabalık kadrosu, en özlenen formatıyla (iki takım ve 66 kadın sporcu ) gelmek, biraz aklımızı uçurmuş...
Buraya hiç dersimize çalışmadan, sadece “katılmak için” gelmişiz sanki! Halterde sıfır çekmek acı... Voleybolda dünya markası takımla mucize aramak ıstırap veriyor. Basketbolcu kızlarımızın başarısıyla biraz teselli buluyoruz ama, canımızı sıkan gerçekler var... Hüseyin Atıcı, gülleyi kendi en iyi derecesine (20.42) biraz yakın atsa finale çıkması işten bile değil... Eşref Apak’a akıl erdirmek çok zor... Üç atıştan ikisinde faul yapıp üçüncüde de kendi çizgisinden 8 metre geriye (73) çekiç atmak “geçiyordum, uğradım” demenin ötesinde nedir? Nagihan Karadere de 400’de takoza ayak koyarken diskalifiye edildi. Çocuklar aklınız nerde? Bu kadar çabuk elenmeniz beni utandırıyor, bilesiniz.
Bir gözlemimi sizlerle paylaşayım... Sporcularımız arasında yeterince dayanışma, uyum ve paylaşma yok. Niye? Kimbilir, belki de eşlerin, ailelerin, hatta çocukların Londra’ya gelip sporcularımızı yalnız bırakmama gayretleri, takımların ve sporcuların havasını dağıttı. Olamaz mı yani? Olabilir. Bence öyle! Londra 2012 Türkiye Olimpiyat Kafilesi
Hayal kırıklığına abone olmuşuz. Kazandığımız maçta bile mutlu olamıyoruz. Filenin Sultanları, rahatlıkla 3-0 kazanabilecekleri maçı ancak 3-2 alabildiler. Güney Kore’ye verdiğimiz 1 puan önemli bir kayıp. Şimdi Amerika’dan en az 2 set almamız bekleniyor. Başka yerde olsa beklersiniz. Ama burası olimpiyat arenası... Yedirmezler!
Şimdi, onlara duyduğumuz saygı ve sempatiyi koruyarak soralım:
Bu takımın kaderi her şeyi ile Neslihan’a mı bağlanmalı?
Yani Sultanlar’ın en değerli oyuncusu, en kötü, en dengesiz, en verimsiz maçında bile vazgeçilmez bir alternatifsizlik örneği midir?
Maalesef öyledir!
Motta, Neslihan’ı kenara alamıyor. Her oyuncunun dengesiz ve etkisiz bir günü olabilir. Kenara alır, dinlendirirsiniz. Rotasyon yaparsınız. Motta, Esra’yı, Neriman’ı, Naz’ı, Bahar’ı rotasyona sokuyor; sıkıntısını alıp enerji veriyor... Ama Neslihan’a gelince duruyor... Neslihan servis kaçırıyor, devam! Neslihan dışarı atıyor, blokları aşamıyor, devam... Bu durum Neslihan’ı daha da bozuyor. Motta, Polen’i Neslihan’ın alternatifi olarak düşünmüyor. Neslihan takıma olağanüstü katkılar sağlayan, hepimizin gurur duyduğu bir oyuncu. Ama onun da hatalı oynayacağı zamanlar olabilir.
Elbette erken yargıya varmış olabilirim... Ama yine de gerçeği bir ucundan tutup gördüğümü söyleyeyim : Londra 2012, spor tarihine “kırık hayaller olimpiyatı” olarak geçebilir.
İşte bu kanıya varmamı sağlayan nedenler :
Ev sahibi Britanya: Evde yoklar!
Londra 2012’nin en büyük gerçeği bu... Evet, yanlış okumadınız. Ev sahibi Britanya evinde yok... Londra sokakları boş, meydanlar sessiz... İşyerleri, özellikle cafeler, restoranlar, barlar, gece kulüpleri, tiyatrolar, müzikholler inanılmaz biçimde boş ve sessiz...Turistler, en azından olimpiyatın kapanış gününe kadar Londra’dan uzak duruyorlar. İngilizler, evlerinden pek çıkmadan TV’ye takılıyorlar. Cimnastik, tenis, futbol, voleybol ve basketbol salonlarında bileti satıldığı halde boş kalan koltuklar herkesin canını sıkıyor. Organizasyon Komitesi Başkanı Lord Coe, mahcup... Orduyu, öğrencileri ve öğretmenleri tribünlere çağırıyor. Bazı önlemler alınıyor. Satılan biletlerin sahipleri müsabakadan yarım saat öncesine kadar beklenecek. Gelmezlerse, internetten kayıt yaptırarak bekleyenlere kapılar açılacak. Bu işin pratiği nasıl olacak, bilinmiyor.
Ev sahibinin yokluğu seyirci ile de sınırlı değil... Bu satırların
Olimpiyat Oyunları’nda karşılıksız bir adanmışlıkla hizmete koşup tarihin bir parçası olmak isteyenlere elbette saygı duymalıyız. 2012 Londra Olimpiyatları’nda da yüzyüze geldiğimiz ilk görevliler, “Gönüllüler” oldu.
Çoğu orta yaş/emekli statüsünde. Halim selim, güler yüzlü insanlar. Size can-ı gönülden “hoş geldiniz” diyorlar. Yardım etmeye hazır olduklarını söylüyorlar. Ama şu da bir gerçek ki, “gönüllüler” ne kadar devreye girerse o kadar sorun çıkıyor.
TRT ekibi ile geldiğimiz Britanya başkentinde gönüllü hanımlardan biri bizi güler yüzle karşılayıp vize görevlisinin önünde kuyruğa soktu. Etrafta birçok boş görevli varken, bizimle sadece ikisi ilgileniyor. Parmak izi alıyorlar. Sistem mürekkep ve kağıttan kurtulmuş. Elektronik ortamda temiz bir işlem... Ne yazık ki zaman alıyor. Hava sıcak ve nemli, bunalıyoruz.
Gönüllü görevliler, bizi otelimize götürecek küçük otobüsleri çağırdılar sonra... Büyük bir kibarlıkla otobüsün ön sıralarına oturmamızı rica ettiler. Arka koltuklara bagajları koyacaklardı.
Genç şoför arkadaşla dört geçiş yaptık otelin önünden. Ama duramadık, inemedik. Çünkü ne yaparsa yapsın, iki yönlü akıp giden trafikte otelin önüne denk getiremiyordu
Beşiktaş’la Manchester City, ekonomi ve sosyopolitiğin futbol alanındaki temsilcileri olarak buluştular. Beşiktaş, daralan ve öze dönen kadrosuyla “emekçi” takımıydı. Manchester City ise sırtını Arap sermayesine dayamış, “kapitalist” karakter kazanmış Premiership şampiyonu! İki takım da sınıfsal karakterlerine uygun bir oyun sergilediler. Hemen söyleyelim, maçı kaybetmelerine rağmen Beşiktaşlı futbolcular rakiplerinden daha istekli, daha gayretli ve daha umut vaadeden bir oyun ortaya koydular. Manchester City Aquero ve Kompany’nin golleriyle az pozisyon, az zahmet ve biraz beceri fazlasının karşılığını aldı. Beşiktaş, özellikle ilk yarı boyunca en az dört kez gol pozisyonuna girdi. Bunlardan üçünü Pektemek(2) ve Fernandes (1) atamadılar. Bir de Mehmet Akyüz’ün rakip kaleci tarafından güç halle kornere çelinen vuruşu var ki bravo! Bu hazırlık maçında skor belasına bakmak yanıltıcı olabilir. Ayrıca yılın bu zamanında skora değil, oyuna dikkat etmeliyiz. Öyle yaptığımızda Beşiktaş için şunları söylemek mümkün: Hilbert ve Fernandes’li Beşiktaş, minimum yabancıyla maksimum iş çıkarma gayretinde. Bu hava Kartal’a çok şey kazandırabilir. Fernandes, geçen yılki gibi takımın temel