Kıskancız, başarılı kimseye tahammülümüz yok. ‘Çemişgezek’ten Paris’e’ derken hâlâ bir aşağılama ifadesi var. Oysa asıl başarı bu
Bu kadar mı zor başka birinin başarılı olduğunu kabul etmek? Bu kadar mı zor başarılı olan birine saygı duymak? Bu kadar mı zor sırf başarılı oldu diye birine hakaret etmeden durabilmek?
Ne kadar kompleksliyiz! Kimsenin başarısını kaldıramıyoruz. Her iyi sonucun arkasında bir kötülük arıyoruz. Geçmişi didikleyip, eski defterleri açıp utanılacak bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz. Hangimizin geçmişinde yırtıp atmak istediği fotoğraflar yok ki? “Benim yok” diyen de zaten doğruyu söylemiyor. 10 sene önceki saçınız, kıyafetiniz bile şimdi bakınca gülünç ya da utanç verici olabiliyor çünkü moda hızla değişiyor, tabii biz de.
Çemişgezek’te doğmak ayıp mı?
Bütün bunları niye yazıyorum? Hakan Yıldırım’a yapılan beni üzüyor. Avukatı falan değilim. Ama son dönemlerdeki Paris’teki başarısıyla övünüleceğine 26 yıl önceki ‘Kuşum Aydın’ın asistanı olmasını köpürtmek ayıp değil mi? Hakan Yıldırım’ın Tunceli Çemişgezek’de doğması sanki aşağılanacak bir şeymiş gibi anlatılıyor. Oysa Paris’te, modanın kalbinde, doğup, modayla iç içe büyüyen bir modacı olmak mıdır mühim
Kaçamak yapmak için uygun bir yer, Changa. İsfahan’la başlayın, her yemekte hiç aklınıza gelmeyecek malzemelere bakıp ‘Birbirlerine ne kadar çok yakışmışlar’ diyeceksiniz
Hepimiz aynı duygular içindeyiz. Gündem üzerimize geldikçe, daraldıkça kaçmak istiyoruz. Ruh halimizi değiştirecek, kendimizi iyi hissettirecek her türlü öneriye açığız. Mutlaka uzaklara kaçmak gerekmiyor. Çok yakınlarda da kendinizi iyi hissettirecek yerler bulabiliyorsunuz. Cumartesi akşamı Changa benim için tam da böyle oldu. Taksim Changa’dan bahsediyorum. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Müzedechanga’dan değil. Nedense müzedeki Changa açıldığından beri Taksim’dekine gitmemişim. Şimdi çok pişmanım, arayı kapatmalıyım.
Changa’dan içeri girince kendinizi başka bir şehirde, başka bir dünyada hissediyorsunuz. Rezervasyonumuz yok, bara geçiyoruz. Bu arada gelenleri mekanın kurucuları Tarık Bayazıd ve Savaş Ertunç karşılıyor. Rezervasyon yaptırmak için arayanların telefonlarını da yine onlar cevaplıyor. Bir yandan çok büyük işler yapıyorlar, bir yandan da gerçekten butik kalmayı başarıyorlar.
Jamie Oliver neyi övdü?
Büyük işler derken abartma yok. Londra’da The Providores & Tapa Room’dan sonra Aralık 2010’da Covent
Eskiden Fransız markalar uğruna Paris’e alışverişe gidilirdi, şimdi Türk tasarımcıların kıyafetlerini alabilmek için Paris’e gitmek gerekiyor. Çünkü Türkiye’de hâlâ mağazalarda Türk tasarımcıların koleksiyonlarına yeterince yer verilmiyor. Gerekçe de basit: “Türkler yabancı marka tercih ediyor.”
Bir elbiseyi görüp de, hiç etiketine bakmadan tasarımcısını tahmin edebiliyorsanız tamamdır. İşte ancak tarzı olan bir tasarımcı bunu başarır. Tabii kendini tekrar etmeden bunu yapabilmek asıl marifet. Bunu da yapan doğrusu çok kişi çıkmıyor.
Ece Ege, böyle özel tasarımcılardan. Başkasının üstünde onun tasarımı bir şey gördüğümde ya da Güney Fransa’da minik bir butikte bir elbise gördüğümde “Aa, bu Dice Kayek olmalı” diyebiliyorum. Şimdiye kadar yanıldığım hiç olmadı.
Ece Ege çok önemli bir moda tasarımcısı ama ne yazık ki henüz hak ettiği yerde değil. Onu Dice Kayek markasıyla bilenler kadar Machka’daki tasarımlarıyla tanıyanlar da çok.
Showroom’da Türk lokumu
Paris Moda Haftası’ndan bildiriyorum. Hakan Yıldırım öyle müthiş bir açılış yaptı ki... Giden gören biliyor, Hakaan artık Chanel ile aynı kulvarda. Kulislerde konuşulan tek şey ise John Galliano’nun başına gelenler
Londra’dan trene atladım, iki saat 20 dakika sonra Paris’teyim. İstanbul’da trafikte evden gazeteye gitmek de o kadar sürüyor.
Paris Moda Haftası’nın ilk günü. Birkaç saat sonra Hakan Yıldırım’ın defilesi var.
Defile öncesi Rue St. Honore’deki mağazaları geziyorum. Chanel ve tasarım mabedi Colette moda haftası şerefine özel bir pop-up mağaza açmış. Burada çantaların yanında Chanel elbise ve ceketler sıralanmış. Aman tanrım, o da ne? Chanel’lerin arasında tek bir farklı marka var, o da Hakaan. Sevinç çığlıkları atmak istiyorum. Sanki benim markammış kadar mutlu ve gururluyum. Bir Türk tasarımcının Paris’te bu kadar başarılı olması, en köklü ve en önemli Fransız markalarıyla aynı kulvara konması olağanüstü bir başarı. Özellikle de biz onun değerini yeterince bilemezken.
Türkiye’den katılım az
Bunları düşünerek defileye koşuyorum. Hakan’ın arkadaşları etrafta koşturuyor. Aslı Ekşioğlu ekibin başında, her şeye hakim. En çok haber Tolga Sezgin’de. Herkes vızır
Hard diskle birlikte benim de ayarlarım gitti. Ama takip ettiğim konular değişmedi. Oscar’larda nelere takıldık? Son sloganımız: ‘Bloguma dokunma!’
Kendimi çıplak hissediyorum. Çırılçıplak. Son üç senem silinmiş. Fotoğraflar, yazılar, müzikler, filmler... Hiçbir şey kalmadı.
Her şey Doğu Timor’da başladı aslında. İki gece üst üste rüyamda bilgisayarımın bozulduğunu gördüm. ‘Ne yaparım o zaman?’ diye dehşetle uyandım. Neyse ki bir şey olmadan Londra’ya kadar geldim.
Derken bir sabah uyandım ve tam da yazıya başlamak üzereyken bilgisayarımın giderek yavaşladığını gördüm. “Kapatır, açarım, düzelir” dedim. Kapattım, bir daha açılması bana bir ömür gibi geldi. Sonra açıldı ama önce ekranda bir şey yoktu. Sonra her şey yerine geldi, bu sefer de kilitlendi. “Bir daha kapatıp açayım” dedim. Bir daha açılmadı.
Bilgisayarıma kalp nakli
Şimdi yaşamadığım bir şehirde, tek ihtiyacım olan şey çalışmıyor ve ben ne yapacağım bilemiyorum. Neyse ki yakında bir Apple Store gözüme çarpıyor. İnternetten randevu alıp öyle gidiyorsunuz bilgisayarınızı tamire götürmeye. ‘Genius Bar’ diye bir bölüm var. Teknisyenler oraya diziliyor, bilgisayarınıza anında müdahale ediyor. Ciddi bir şey varsa da
Doğu Timor izlenimlerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sırada UNICEF’in çalışmaları ve Dili’ye arabayla iki saat uzaklıkta dağ başında bir köy olan Aileu ziyareti var
Sonunda UNICEF ofisindeyiz. Bizi burada karşılayan görevli son derece doğal bir şekilde anlatıyor. “Havaalanında sizi karşılayan arkadaşıma sordum, ‘Shakira’ya benziyorlar mı?’ diye. O da dedi ki, ‘Shakira’ya değil, Britney Spears’e benziyorlar.’” Şaka yapmıyor. Gayet ciddi. Bu arada aramızda tek sarışın Bennu Gerede var. Artık onun da ne kadar Britney Spears’e benzer bir hali var, tartışılır.
Gülelim mi, ağlayalım mı şaşırıyoruz. İşte UNICEF’teki eğitimli görevliler bile bizi bu kadar farklı görüyor.
Ellerimizde fotoğraf makineleri mahalleleri gezerken içimiz parçalanıyor, boğazımız düğümleniyor. Bir yandan burayı görmenin önemli bir şey olduğunu düşünüyorum, bir yandan da müthiş bir suçluluk duygusu içindeyim. Başkalarının zor şartlardaki günlük hayatlarını böyle turistik bir gezinin parçasıymış gibi incelemek, onlara sormaya bile gerek duymadan fotoğraf çekmek bana doğru gelmiyor. Güney Afrika’daki gecekonduları gezerken de aynı şeyleri hissediyordum. Şimdi de değişmedi.
Tek istediğim Doğu Timor
Bu hafta Türkler Londra’yı ele geçirdi. Her köşede başka bir Türk markası karşımıza çıkıyor. Bir yanda Londra Moda Haftası’nın finalini yapan Tween, bir yanda Rıfat Özbek’in Yastık’ı, bir yanda da Türk şarapları...
Doğu Timor’dan ayağımın tozuyla ve 24 saatlik uçuşun yorgunluğuyla Londra’ya geldim. Londra’da bu hafta Türk markaların çıkarması var. Önce Londra Moda Haftası’nın kapanışını yapan Tween’le başlayalım.
Tween defilesi için Damat Tween’in yani Orka Group’un patronu Süleyman Orakçıoğlu ve eşi Ahu Tanrıkulu ile birlikte Somerset House’dayız. İçerisi tıklım tıklım. Henüz salonun kapıları açılmamış. İyi ki de açılmamış. Her geleni uzun uzun inceliyoruz. Bu kadar farklı tarz sadece Londra’da oluyor. “New York Moda Haftası’na gittiğinizde herkes baştan aşağı simsiyah oluyor” diyor TV dizilerinin styling’ini yapan Başak Dizer Fransez. Oysa burada yüzünde maske olan da, kafasına kızılderili tüyleri takmış olan da var. Bir tasarımcı için en çok ilham kaynağı kesinlikle bu şehirde. Defile için yerlerimize kuruluyoruz. Tween erkekleri bir bir önümüzden geçiyor. İzlerken bir Türk markası olduğunu unutuyoruz. Bu kadar farklı stil sahibi izleyiciyi mutlu edecek farklı bir
Nihayet aşılar bitti, hazırlıklar tamamlandı. 18 saat uçuldu. UNICEF ve Prima’nın aşı kampanyası için Doğu Timor’dayım. Doğa müthiş. Tesis olsa, burası pekala Phuket ya da Bali olabilir
18saatlik uçuş sonrası deniz kenarındaki küçük havalimanına iniyoruz. Tesadüfen Doğu Timor Baş- kanı Jose Ramos Horta da bizimle aynı Singapur-Dili uçağında. Doğu Timor Başkanı deyip geçmeyin, kendisi 1996’da Nobel Barış Ödülü’nü kazanmış. Onu askerler karşılıyor, bizi de Birleşmiş Milletler’de görevli Türk polisler. Dünyanın öbür ucunda Türk polisiyle karşılaşmak gerçekten hoşunuza gidiyor. Kendinizi emin ellerde hissediyorsunuz.
Doğu Timor’un doğası müthiş. Tropikal iklimlerde olduğu gibi her yerden ağaç fışkırıyor, denizden bile. Dallarda muzlar, hindistan cevizleri. Palmiyeleri, deniz ve kumu görünce biliyorsunuz ki buraya birkaç tesis yapılsa pekala Phuket ya da Bali gibi bir tatil cenneti olabilir.
Önce otele geliyoruz. Hotel Esplanada denize çok yakın. Melrose Place gibi bir yer. Her kapıdan biri çıkıyor.
Böyle ülkelere giderken uyarılar yapılır. Örneğin bana 35 derece sıcakta uzun kollu kıyafetler giymem söylendi. Hayır, kapalı görünmek için değil. Tamamen