Önyargı reformu da lazım

29 Mart 2010

Dün iki köşede, iki film eleştirisine rastladım: Sabah’ta Hıncal Uluç, “Büşra” filminden yola çıkarak “başını örtüp vücudunu sergileyen dar pantolonlarla yanındaki erkekle sarmaş dolaş gezenler”i eleştiriyordu.
Yeni Şafak Pazar’da ise Naz Emel Koç, “Serseri Mayınlar”ın yönetmeni Ferzan Özpetek’i “eşcinselliği pek çok gencin dünyasına sokabilecek bir film yaptığı” için yıkıcılıkla suçluyordu.
İki yorum da önyargılı geldi bana; oysa bahsettikleri iki film de aslında önyargıları kırmak için çekilmişti.
* * *
“Serseri Mayınlar”dan başlayalım.
Film aslında eşcinsel aşkı değil, “aşktan daha karmaşık olan bir şey”i, aileyi anlatıyor.
Çocuklarının “normal” (“ne korkunç bir kelime!”) olmasını isteyen ana babalar, onların istikbal tasarılarını yıkan gençler, toplumun diktiği kıyafete sığmayan bireyleri izliyoruz.

Yazının Devamı

İliştirilmiş yönetmen

28 Mart 2010

Oscar töreninin yıldızı “The Hurt Locker” en iyi film, en iyi yönetmen vs. ödülleri topladı. En iyi propaganda filmi kategorisi olsa onu da alırdı. Oysa “Avatar” başka bir şey öneriyor


Biz küçükken Amerika Vietnam’ı işgal etti. Gençliğimiz, cesur Amerikalı işgalcilerin vahşi çekik gözlülere karşı nasıl kahramanca savaştıklarını anlatan filmlerle geçti.
Hollywood’un, Vietnam’ın aslında büyük bir yenilgiyle sonuçlandığını anlatması için epeyce beklememiz gerekti.
Anlaşılan çocuklarımız da Irak işgaline dair Hollywood filmleriyle büyüyecek.
Sam Amca’nın göreve çağırdığı gözüpek Johnny’lerin, Bin Ladin hayranı sefil Iraklılara karşı verdikleri çetin mücadeleyi izleyecek onlar da...

Yazının Devamı

Referandumu kim kazanır?

27 Mart 2010

İki basit soru soracağım: 1) Babanızın doğum yeriyle sizinki aynı mı?
2) Halen, doğduğunuz yerde mi yaşıyorsunuz?
Şimdi cevaplarınızı Türkiye geneliyle karşılaştırın:
Türkiye halkının 3’te 2’si doğduğu yerde yaşamıyor.
Ve babalarıyla ayrı yerlerde doğmuşlar.
İstanbul’dakilerin yüzde 72’si başka bir kentte doğmuş.
Dahası var:

Yazının Devamı

Niye biz ödüyoruz?

25 Mart 2010

Adını koyalım: Ulus devletin yetkilerinin daraltıldığı, gücünün budandığı bir çağa girdik.
“İyi ki öyle” diyebilirsiniz, “Ne yazık ki öyle” diyebilirsiniz; ama realite bu...
Karakolda dayak yiyen zanlının, Strasbourg’daki bir uluslararası mahkemede Türkiye aleyhine dava açabileceği, orada kendisine işkence yapan devleti mahkûm ettirip tazminat alabileceği 25 yıl önce hayal bile edilemezdi.
Ama 1987’de, Özal döneminde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanındı ve Avrupa hukuku, ulusal hukukun üzerine çıktı.
Bugünlerde manşetlere tırmanan Uzan davası da benzer bir sürecin ürünü...
Yine Özal döneminde, 1988’de Ankara, uluslararası tahkimi, yani Türkiye’de yatırım yapacak yabancılarla uzlaşmazlık halinde kendi mahkemelerinin değil, uluslararası heyetin hakemliğine gidilmesini kabul etti.
Çünkü yabancı sermaye, yatırım için bu koşulu öne sürüyordu.

Yazının Devamı

Başka türlü bir şey, benim istediğim

23 Mart 2010

12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, “Sosyal gelişme, iktisadi gelişmeyi aştı” diye şikâyet etmişti.
60’ların sonuna doğru yükselen toplumsal talepler, artık düzeni tehdit etmeye başlamıştı.
Frenlenmesi gerekiyordu.
Org. Tağmaç onu da şöyle formüle etti:
“Bu elbise bize bol geliyor.”
“Elbise” dediği Türkiye tarihinin en özgürlükçü metni sayılan 1961 Anayasası idi.
“Elbise”yi orasından burasından budadılarsa da yetmedi.

Yazının Devamı

Başbakan’a bir film tavsiyesi

22 Mart 2010

Sanatçılar buluşması vesilesiyle Erdoğan’ın bir sinema sevdalısı olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Sinemacılarla buluşmasında ne güzel konuştu; ne kadar demokrat bir görünüm ortaya koydu.
Daha önce “Hep prompter’li Başbakan görmek istiyoruz” diye yazmıştım.
Haksız mıymışım?
Önünde yazılı metin olunca, prompter cihazından o metni değiştirmeden okuyunca ağzından bal damlıyor Erdoğan’ın...
Ama kafasını metinden kaldırınca, metin yazarının sözlerini boş verip, ağzına geleni söylemeye başlayınca başkalaşıyor. İçindeki Kasımpaşalı uyanıyor; asabileşiyor, yüzünü al basıyor, sesi yükseliyor, üslubu sertleşiyor.
Sonra da söylediklerini toparlamak, kırıp döktüklerini yapıştırmak için bir danışmanlar ordusunun çalışması gerekiyor.

Yazının Devamı

Yürek durmadan...

21 Mart 2010

Okul çıkışı iki arkadaşıyla birlikte tramvay altında kalan 16 yaşındaki Buket, geçen hafta hepimizi umutsuz bir bekleyişe soktu. Beyni durmuştu ama yüreği direniyordu.
Babası “O artık bitkisel hayatta... Yani fiilen ölü” diyenlere itiraz ediyor, “Hayır, benim kızım ölmedi” diyordu.
Kızının yüreğini çalıştıran fişi çekmeye razı olmuyor, organ bağışıyla onu başka bedende yaşatma önerisine direniyordu.
Başbakan’ın isteğiyle beyin cerrahı Prof. Haluk Deda girdi devreye:
“İyileşmesi için elimizden geleni yapacağız” dedi. Meslektaşları ayaklandı: “Beyin ölümü geri dönüşsüzdür. Tıbben ölü sayılan bir hasta için ümit verici konuşmalar yapmak umut tacirliğidir. Organ bağışı çalışmalarına da büyük darbe vurur” dediler.
Deda’yı disiplin kuruluna sevkettiler.

Yazının Devamı

İçimizdeki işkenceci

20 Mart 2010

“France 2” TV’sinde yayınlanan “Ölüm Oyunu”nun görüntülerini izlediniz mi?
Gerçekten ürkütücü görüntüler...
Aslında düzmece bir yarışma bu... işin aslı, bir deney...
Yarışmacı bir stüdyoya buyur ediliyor.
Rakibine soru sorması, yanlış cevap alırsa da ceza olarak ona elektrik vermesi isteniyor.
Yapımcılar, “Elektrik verilene bir şey olursa sorumluluk bizde” diyorlar.
Yarışmacı voltaj makinesinin başına geçiyor.

Yazının Devamı