SİYASETTE, tat, tuz kalmadı.
Nedeni; siyasetin zirvesindeki takımın nükteden, espriden yoksun olmaları.
Çoğu renksiz, kokusuz. Mahkeme duvarı gibi...
Surat bir karış, hazır cevap değiller, hitabet yok. Düşünce, zeka kıvraklığı yok. Türkçeyi iyi kullanana bile zar zor rastlıyorsunuz.
Bu nedenle de şu "Türkçe Yasası" çıkarsa en çok onlar zorlanacak sanırım.
Öyleyse bunların, sade vatandaştan ne farkı kalıyor?
Nerede Osman Bölükbaşı'lar, nerede Faik Ahmet Barutçu'lar; nerede Samet Ağaoğlu, nerede Adnan Menderes, İsmet İnönü? Daha çok isim sayılabilir, siz devam edin...
TERÖR bitsin, çeteler dağıtılsın, yolsuzluklar açıklansın, haklı haksız belli olsun, haksızlar cezalarını çeksin.
Susurluk olayı olsa da olmasa da klasik temenni bu. Türkiye için her zaman geçerli bir temenni... Zirveden zemine kadar haksızlığa, yolsuzluğa, şiddete bulaştığımız, şiddeti yolsuzluğu adeta bir yaşam tarzı olarak seçtiğimiz için.
Bakın Susurluk olayından bugüne kadar iki ay geçti, Cumhurbaşkanı Demirel aşağı yukarı her gün "Susurluk'u hiç kimse kapatamaz" deyip duruyor.
Yılbaşı gecesi de tekrar etti:
"Yüz defa söyledim, yüz birinci defa söylüyorum. Susurluk olayını hiç kimse kapatamaz."İnşallah...
Demirel'in bu konulardaki titizliği malum; iktidara gelirken de devamlı işlediği konu "yolsuzlukların, usulsüzlüklerin üstüne gidilerek hesap sorulacak" olmuştu.
Ama o günlerden bugünlere gelindi...
GÜZEL şey tembellik.
Yapabilene...
Özlemimdir.
Şöyle etrafı alabildiğince açık yemyeşil bir büyük bahçede, şezlonga kurulayım. Yakıcı güneş göğsümden girsin sırtımdan çıksın.
Etrafta ağustosböceklerinin, küçük kuşların seslerinden, horoz ötüşünden başka bir şey olmasın. Yalnız, arada sırada ve uzaktan uzağa köpek havlaması, inek böğürmesi ve eşek anırması duyulabilsin.
Hafif, çok hafif, sıcak bir rüzgar zaman zaman yüzümü öpsün...
Yanıbaşımdaki küçük sehpada soğuk, buz gibi bir içecek olsun.
TÜRKİYE tarihinde ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya. "Çete" işi demek olayı, olayları küçültmek olur.
Tarafsız olalım.
Kimin ne olduğu, kimin kime hizmet ettiği, devletin olayların neresinde olduğu karıştı. Anlaşılması güç hale geldi.
İthamlar üst kademelere doğru ciddi olarak yükseliyor.
Kim nereye kadar vatan için çalıştı, nereden sonra kendisi ve çetesi için, belli değil.
Söylenenler ne kadar doğru, ne kadar yanlış.
Bu arada kim kimi yemek istiyor?
DÜNYA değişiyor.
Sovyetler dağıldı. Elli yıllık soğuk savaş sona erdi. İki kutuplu dünya bitti.
Bu nedenle, mesela Francis Fukuyama "tarihin sonuna" ulaşıldığını ilan etti.
Samuel Huntington ise bundan böyle "uygarlıklar çarpışmasını" gündeme getirdi.
Oysa Batı'nın liberal demokrasisi ile komünizmin 50 yıllık savaşının sonunda ekonomi, coğrafi sınır tanımaz hale geldi. Globalleşti. Yatırım, endüstri, para sınırlanır olmaktan çıktılar. Artık, enformasyon akışının da etkisiyle çekici fırsat neredeyse onlar da orada...
Kenichi Ohmae'nin gözlemi doğruysa, bu gelişme ulus devletlerin sonuna işaret ediyor.
Çatışma bitti, uzlaşma başladı...
ERBAKAN 24 Aralık'ı "demokrasi bayramı" ilan etti. Yani dün bayramdı.
Aslında "demokrasi bayramı" değil "Refah bayramı" deseydi daha gerçekçi olurdu.
Bir de tarih düzeltmesi gerekiyor.
Erbakan'ın ilan ettiği bayramın başlangıcı 24 Aralık 1995 değil, 1996 olmalı.
Çünkü Refah'ın yüzde yirmi ile Türkiye'nin kaderine el koyuşu bu yıl gerçekleşti.
Bakın Refah'a oy vermeyen yüzde 80'e rağmen Türkiye'de yapı, RP'nin anlayışı ve arzusu yönünde değişiyor.
* * *
YÜZYÜZE konuşmakta yarar vardır.
Liderlerimiz Çankaya zirvesi sayesinde bir kısır döngüyü kırmış oldular.
Diyalogsuzluk kısır döngüsünü.
Peki bu zirve faydalı oldu mu?
Bunda hiç şüphe yok.
Bir kez bu buluşmanın 65 milyon üzerinde pisikolojik, rahatlatıcı bir etkisi olacaktır.
Liderlerin bir araya gelmemesi, selamı sabahı kesmesi, düşmanmış gibi davranması, Türkiye'de demokrasiden umudun kesilmesine bile yol açmıştı.
HEM teoriyi bilen, hem uygulamayı beceren uzmanlarımız nedense az.
Teoriyi bilenlerle uygulamacıların becerilerini, bilgilerini uyumlu bir şekilde birleştirdiklerine de fazla rastlanmıyor.
Bazı işleri zorlaştıranlar nedense pek çok kere işi çok bildiğini sanan deneyimsiz bir kısım teorisyenler oluyor. Onlar, işi; kitabi bilgi, kalıp bilgi, konfeksiyon bilgi kalabalığında boğup içinden çıkılmaz hale getiriyor. Masa başı tartışması haline sokuyor.
Türkiye'de renkli TV'ye karşı çıkanların içinde bunlar vardı.
Boğaz Köprüsü'ne karşı çıkanların içinde bunlar vardı.
Bunlar çok bildiklerini ihsas ediyorlar ama bilgilerini işe, faydaya dönüştüremiyorlar. Genelde iş değil laf üretiyorlar. Üstelik iş becerenleri de beğenmiyorlar.
Mesela; "İstanbul'un sorunu, ulaşım mı, trafik mi?"Bu münakaşa edile dursun, vatandaş da eziyet cekmeye devam etsin...