Başka ülkede insanlar şarabı veya benzer bir içkiyi mutlu olmak için içer. İçtikçe güler... Bizde içki içen "N'olacak bu memleketin hali?" diyerek başlar dövünmeye... Bizde gazeteci milletinden beklenen, sorunları, sadece sorunları dile getirmesi, daha sert, daha vurucu yazmasıdır. Gazeteci milleti de sadece sorunları yaza yaza bir süre sonra sorunların altında ezilip gider. Mutluluğu, mutluluktan söz etmeyi, mutluluk aramayı unutur.
Kız arkadaşım geçen hafta sonu "Suratını asıp, hindi gibi düşünmeyi bırak... Gel bir sinemaya gidelim" dedi.
Kabataş Lisesi bahçesindeki eski Feriye Karakolu binası esas alınarak inşa edilen Kabataş Sanat ve Kültür Merkezi'ndeki sinemada "Paylaşılamayan Tutkular" filmini görmek için yola çıktık.
Akşam üzeri, Feriye bahçesinin güzelliği bizi büyüledi. Bançe tertemiz. Denizin kıyısında dolanıyorsunuz. Etrafta güller açmış. İlk defa Feriye Sineması'nda film seyredeceğiz. Aynı binada 3 farklı salonda 3 farklı film. Kişi başına 2 milyon lira giriş ücreti ödedik. Tertemiz, koltukları mükemmel bir sinema.
Film derseniz güzel mi güzel. Beş yaşında çello çalmaya başlayan 1987 yılında 42 yaşında
Batan bankalar battı. Geriye dönüp yapacak bir şey yok. Ama bunlardan alınacak büyük ders var.
1) Bu bankalar Hazine'nin gözetiminde, denetiminde ve de politikacının himayesinde battı. Bu bankaların batacağından saf ve bakir halkımız habersizdi ama, Ankara'daki etkili ve yetkililer çok önceden bunu biliyordu. Hazine Müsteşarı'nın emrindeki Bankalar Yeminli Murakıpları bu bankaların batacağı hakkında ayda bir rapor yazıp Müsteşarlığa teslim ediyordu. Merkez Bankası bankaların kötüye gittiğini Müsteşarlığa duyuruyordu. Müsteşarlığın bu bankaların yönetim kurullarına üye yaptığı memurları, denetim kuruluna koyduğu memurları bankalarda olan biteni her gün görüyor, duyuyordu. Böyle oluyordu da Hazine Müsteşarlığı banka batmadan neden tedbir alamıyordu? Bankanın içinin boşaltılmasına, son kuruşuna kadar boşaltılmasına neden seyirci kalıyordu?
2) Belki Hazine müsteşarları konuyu sorumlu Devlet bakanına götürmekte gecikiyordu. (a) Şimdi, durup dururken sistemi sarsmayalım. Benim zamanımda bu işe müdahale etmeye ne gerek var... Benden sonra gelen gereğini yapsın diyordu. (b) Veya işlerinin çokluğundan bu konuya ilgi duyamıyordu. (c) Belki de
Vergi reformu neden yapılır? Vergi yükünün adil dağılımını sağlamak için yapılır. Hazine'ye düzgün ve yeterli kaynak akışı sağlamak için yapılır.
Geçen yıl vergi reformu adı ile bir kanun değişikliği yapıldı. Ne oldu? Ekonomi durdu. Vergi kaynağı kurudu.
Vergiciliğin esası inekten mümkün olduğu kadar süt sağmaktır. İneğin samanını keserseniz, daha fazla süt almak için sabahtan akşama ineği sağmaya kalkarsanız, önce sütü kurur. Sonra inek ölür. 1999 yılının ilk 4 ayında Maliye 3.2 katrilyon vergi toplayabildi. Diğer gelirlerle birlikte Hazine'ye 4.3 katrilyon para girdi. Halbuki 4 ayda Hazine'den çıkan para (bütçe harcamaları toplamı) 7.9 katrilyon liradır. Sonuç olarak 4 ayda bütçe 3.5 katrilyon açık verdi.
Açık anlatımla bütçe açığı 4 ayda toplanabilen vergiden daha büyük bir rakama ulaştı.
Harcamalar geçen yıla göre yüzde 81 oranında artarken, vergi gelirleri (reform kanununa rağmen) sadece yüzde 43 oranında artabildi.
İki tür vergi vardır: (1) Doğrudan vergiler. Bunlar, Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi gibi beyanname ile ödenen vergilerdir. (2) Dolaylı vergiler. Bunlar da dolmuşa binenin dolaylı olarak
Nejat Amca, albay rütbesi ile ordudan emekli olduktan sonra Fatih'te ufacık bir apartman dairesi satın aldı. Şimdilerde seksen beş yaşında. Eşi ile o dairede oturuyor. Nejat Amca benim okuyucum.
Şu günlerde "fena halde kandırılmış olmanın ızdırabını yaşıyor."
Onu üzen, yere göğe koyamadığı, çok güvendiği devleti tarafından kandırılmış olması.
Nejat Amca telefonla beni aradı. Üzüntüsünü şöyle anlattı:
- Fatih'teki apartman dairesini 10 milyar lira olarak beyan etmiştim. Emlak Vergisi olarak binde 4'ten 40 milyon lira Emlak Vergisi ödüyordum.
- Geçen yılın eylül ayında Emlak Vergisi oranı binde 4'ten binde 1'e indirildi.
Bankalardaki mevduata yüzde 100 devlet garantisi verilmesi, bazı kötü niyetlilerin bankaların içini boşaltmalarını teşvik etmektedir. İçi boşaltılan bankaların sayısı giderek artmaktadır.
Çözüm, banka mevduatına verilen yüzde 100 devlet garantisinin kaldırılmasıdır. Fakat buna bugün karar verilse bile garantinin kaldırılması zaman alır. Ama yapılacak bir şey vardır. Bunun için kanuna da gerek yoktur. Yüzde 100 devlet garantisi kaldırılıncaya kadar, devlet, garanti verdiği mevduatın faiz oranını sınırlamalıdır. Bu sınırı aşan faiz ödemelerinden yararlanan mevduat yüzde 100 devlet garantisi kapsamı dışında tutulmalıdır.
Çünkü bugün dünyada doların faizi yüzde 5 iken, Türkiye'de dolara büyük bankalar yüzde 10 faiz ödeyebilirken, hiçbir küçük banka dolara yüzde 25 veya yüzde 30 faiz veremez. Çünkü bu faizi ödeyemez. Bir banka dolara yüzde 25 faiz veriyor ise, bu bankanın içi boşaltılıyor, bu banka bu faizi ödemeyecek demektir. Bu durumu bile bile yüzde 25 dolar faizi veren bankanın tüm mevduatını yüzde 100 devlet güvencesi kapsamına almak, "halkı devlet zoruyla soydurmak" anlamına gelir. Bankasının içini boşaltan kendi bankasını değil, dolaylı
Şefin görevi orkestrayı yönetmektir. Orkestradaki müzisyenlerin her biri şef olmadan da ses çıkarabilir. Şefin görevi sıradan müzik yapanları bir arada "sıra dışı" müziğe yöneltmektir.
İnsanları oldukları gibi bırakırsanız, "sıradan insanlar" kalabalığı ortaya çıkar. Ama onları bir araya getirip özel bir hedefe yönlendirirseniz olduklarından daha fazla olmalarını sağlarsınız. İşte insanları özel ve de ortak bir hedefe doğru yönlendirebilen, heyecanlandırabilen, vizyona doğru harekete geçirebilen, "sıra dışı" hale getirebilen kişi liderdir.
Bir orkestra şefi nasıl bir müzik aleti çalmaz ise, bir general de savaşmaz. Bir başbakan tarlada sebze yetiştirmez. Bir sanayici makinenin başına geçip iplik üretmez. Liderlik, insanların önüne geçerek orkestrada çalanları, firmada çalışanları, orduda dövüşebilenleri olabileceklerinden daha iyi olmaya yöneltme sanatıdır.
"İyi olmanın ölçüsü" zaman içinde değişti. Eskiden arayış çevrede, ülkede, dünyada en iyi olmak idi. Şimdi ise "çevre, ülke ve dünya için" en iyi olabilmek arayışı var. Eskiden Japonya'da ekonomi bozulur, Japon'ya krize girer ise ABD'yi yönetenler bundan mutluluk duyardı.
Her gün sorarlar: "- Hocam, devalüasyon olur mu? Hocam, ne zaman devalüasyon olur? Hocam, ne kadar devalüasyon olur?" Ben de soranlara bıkmadan anlatırım, "- Ne devalüasyonundan söz ediyorsunuz? Farkında değil misiniz?.. Bizde her gün devalüasyon oluyor... Devalüasyonun ölçüsü enflasyon... Ne kadar enflasyon, o kadar devalüasyon... Arada sırada devalüasyon, arada sırada enflasyon geride kalıyor... Sonra geri kalan koşa koşa öbürüne yetişip, önüne geçiyor..."
Bu anlattıklarımın ne demek olduğunu yaşayan bir aileyiz. Türk lirası kazanıp, dolar ödeme yapanları "devalüasyon delip de geçiyor". Bizi de deldi geçti...
1990 yılında kızımız Amerika'da okumaya kalktığında, biz karı koca Türk lirası maaş alarak kızımızın okul masrafını dolar olarak nasıl öderiz diyerek direnecek oldum. Karım "Mülkiyelilik tasladı": "Dolar 2.711 Türk lirası. Kızımız okulu bitirinciye kadar olsa olsa 10 bin lira olur... O kadarını da öderiz!.." diyerek kızımızı yolladı. Kızımız Brown Üniversitesi'ni 1994 Mayıs ayında bitirdiğinde dolar 30 bin liraya çıkmıştı. Colombia Üniversitesi'ni 1997 Mayıs ayında tamamladığında 100 bin lira olmuştu. Bugün politikacılarımızın
Siyasi partilerimiz tek bir şey için hükümet kurmak ve de iktidar olmak isterler. O tek şey, bütçedeki paralara el koyup istedikleri şekilde dağıtabilme gücüdür. Hükümet olan, hükümetteki etkili ve yetkili koltukları ele geçiren parti, bütçeyi ele geçirmiş demektir.
Bütçe denilen şey vergi yoluyla ve de vergi dışı yollardan devletin topladığı paraların bütünüdür.
1999 yılı için 23.5 katrilyon liralık bir bütçe hazırlamıştı. Kanunlaşamadı. Geçici bütçe ile bugünlere geldik. Yeni hükümet kurulursa bütçenin 27.7 katrilyon liraya çıkarılması söz konusu. Geliniz bunu günümüz kurundan dolara çevirelim: 70 milyar dolar eder.
Bunun ne olduğunu anlatayım. Türkiye'nin milli geliri (açık anlatımıyla) bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değeri) 200 milyar dolar dolayında. Demek ki, hükümet arayışındakiler ve de hükümete ortak olma arayışındakiler, "devlet zoru ile" milli gelir"in üçte birine el koyup, bunu istedikleri şekilde dağıtma gücünü elde etme peşindeler.
Bunu da basitleştirerek anlatayım... Bu ülkede her kim ki, 3 somun ekmek üretiyor, devlet bunun 1 somununu (vergi adı ile veya başka isimlerle) çekip