<#comment>#comment>M.Ö. 4 yüzyıl önce Aristotle Politika yapıtında şöyle der; "Devletler hukuka uygun olarak demokratik biçimde yönetildiklerinde demagoglar olmaz. En iyi yurttaşlar güvendedir. Ancak hukuk egemen değilse, demagoglar belirir".
İngiliz başbakanlarından Benjamin Disraeli ise 1866’da şöyle demiştir; "Bireyler topluluklar oluşturabilir, ancak ulusları yaratan kurumlardır".
Hukuk ve kurumlar aslında mevcudun korunması içindir. Bir anlamda tutuculuktur. Ancak kurallar toplumsal değişimi sınırlamıyor, aksine onun özgür ortamını yaratıyorsa, toplumsal yaşam da düzenlenmiş olur. Toplumsal değişime uygun olarak kuralları değiştirme yetenek ve yetisi ise demokratik toplumlarda politikacılara verilmiştir.
Politika bu anlamda dünyanın en zor işidir. Çünkü toplumsal sorunların çözümü kolay değildir. Herkesi memnun etmek zordur. Uygulanacak bir politika kimini memnun ederken, kimini rahatsız edebilir. Oysa amaç hiç kimseyi rahatsız etmeyen (yahut da en az kişiyi rahatsız eden) çözümleri bulmaktır. Okulu olmayan bu meslek, bu nedenle, Tanrı vergisi yetenek ve deneyim gerektirir. Kısacası, politika bir çözüm sanatıdır.
Toplumu oluşturan da insanlar olduğuna göre,
ABye tam üye olma konusunda ülkemizde gerçekten samimi ve arzulu bir çoğunluk var. Yalnızca küçük bir azınlık Avrupanın özellikleri ve gerekleriyle içinde olmaya karşı. Buna rağmen, şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, Avrupalılar Türkiyeyi kendi içlerine almaya, en basit deyimle henüz hazır değiller.Demek ki, şimdiye dek giderilmesi gerekli gördükleri eksiklikler bahaneymiş! Çünkü en azından şu anda Türkiye ev ödevlerini tamamlamış durumda.Türkiyenin AB içinde yer almada haklı gerekçeleri var: Türkiye coğrafi olarak Avrupada,Son yarım yüzyıldır açık bir Batı müttefiki,Bölgede Avrupanın en büyük ticari partneri veTürkiye egemen olarak bir Müslüman topluma sahip, ama bunun en modern, en çağdaş ve demokratik örneği. Böyle bir örneğin AB içinde yer alması dünyada bir denge oluşturabilir. Aksi halde AB bir Hıristiyan birliği niteliği taşıyabilir. Türkiye belki de diplomasi tarihinde ilk defa bu denli sıkı bir pres uyguluyor. Gün geçmiyor ki, bir devlet yetkilisi Avrupalı liderlerin kapısını çalmasın. Türkiye ABye tam üye olmak için büyük bir çaba gösteriyor. Bu da Avrupayı adeta bunaltıyor. Türkiye 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğuna girmek için Ankara Anlaşmasını imzaladığında o
<#comment>#comment>Türkiye belki de diplomasi tarihinde ilk defa bu denli sıkı bir pres uyguluyor. Gün geçmiyor ki, bir devlet yetkilisi Avrupalı liderlerin kapısını çalmasın. Türkiye AB’ye tam üye olmak için büyük bir çaba gösteriyor. Bu da Avrupa’yı adeta bunaltıyor.
AB’ye tam üye olma konusunda ülkemizde gerçekten samimi ve arzulu bir çoğunluk var. Yalnızca küçük bir azınlık Avrupa’nın özellikleri ve gerekleriyle içinde olmaya karşı. Buna rağmen, şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, Avrupalılar Türkiye’yi kendi içlerine almaya, en basit deyimle henüz hazır değiller.
Demek ki, şimdiye dek giderilmesi gerekli gördükleri eksiklikler bahaneymiş! Çünkü en azından şu anda Türkiye ev ödevlerini tamamlamış durumda.
Türkiye’nin AB içinde yer almada haklı gerekçeleri var:
Türkiye coğrafi olarak Avrupa’da,
Son yarım yüzyıldır açık bir Batı müttefiki,
Bu nedenle Hazine fırsat buldukça yurtdışı piyasalardan borçlanma yapıyor. Özellikle de 2000 yılından bu yana. Doğrudan kredi almak yerine finans piyasalarından tahvil ihracıyla borçlanıyor. Bunun yollarından biri, yatırım şiketlerinden ya da bankalarından birine giderek aracı olmasını talep etmek. Sonrası zaten onlara ait.Önce, Hazinenin çıkardığı belli bir tertipteki tahvile talep toplanıyor. Bazen miktar önceden açıklanıyor, faiz sonra oluşuyor. Bazen de tersi. Yani önce faiz konuyor, sonra talep toplanıyor. Ancak ikinci durumda yurtdışında Türkiyenin itibarının yüksek olması gerekiyor. Yani kötü konjonktürlerde ikinci yöntem pek kolay değil. Gerçi kötü konjoktürlerde hiçbir zaman borçlanılmaz.Yandaki ilk tabloda 2000 yılından bu yana yurtdışı piyasalarda yapılan borçlanmalar yer alıyor. Kamu borcunun ne denli yüksek olduğu malum. Şu anda 140 katrilyon, diğer bir deyimle 85 milyar dolar civarında kamu iç borcu var. Toplam kamu borcu ise 140 milyar dolar. Hazine bu borcun tamamını içeriden karşılasa, elbette çok yüksek faiz ödeyecek. Çünkü içeride reel faizler şu anda bile yüzde 26 civarında. Nedeni de gayet besit; ülkemizde tasarruf hacmi düşük. Dolayısıyla mali piyasalar da
<#comment>#comment>Kamu borcunun ne denli yüksek olduğu malum. Şu anda 140 katrilyon, diğer bir deyimle 85 milyar dolar civarında kamu iç borcu var. Toplam kamu borcu ise 140 milyar dolar. Hazine bu borcun tamamını içeriden karşılasa, elbette çok yüksek faiz ödeyecek. Çünkü içeride reel faizler şu anda bile yüzde 26 civarında. Nedeni de gayet besit; ülkemizde tasarruf hacmi düşük. Dolayısıyla mali piyasalar da sığ. Sığ piyasadan borçlanılınca faiz de yüksek oluyor.
Bu nedenle Hazine fırsat buldukça yurtdışı piyasalardan borçlanma yapıyor. Özellikle de 2000 yılından bu yana. Doğrudan kredi almak yerine finans piyasalarından tahvil ihracıyla borçlanıyor. Bunun yollarından biri, yatırım şiketlerinden ya da bankalarından birine giderek aracı olmasını talep etmek. Sonrası zaten onlara ait.
Önce, Hazine’nin çıkardığı belli bir tertipteki tahvile talep toplanıyor. Bazen miktar önceden açıklanıyor, faiz sonra oluşuyor. Bazen de tersi. Yani önce faiz konuyor, sonra talep toplanıyor. Ancak ikinci durumda yurtdışında Türkiye’nin itibarının yüksek olması gerekiyor. Yani kötü konjonktürlerde ikinci yöntem pek kolay değil. Gerçi kötü konjoktürlerde hiçbir zaman borçlanılmaz.
Yandaki ilk
Ancak dolar, TL karşısında madara olsa da, euro karşısında onurlu mücadelesini sürdürüyor. Özellikle son beş aydır, başa baş bir mücadele gözleniyor. Son haftaya dek setler eşitti. Ama bu hafta dolar 1 euroyu aşınca avantaj tekrar ona geçmiş oldu.Euro tedavüle çıktığından itibaren değer kaybediyordu. Oysa beklentiler tam aksineydi. Nihayet Eylül 2000de euro en düşük düzey olan 0.83e kadar geriledi. Sonra bir toparlanma dönemi yaşansa da bu uzun sürmedi ve Mayıs 2001de tekrar 0.84e kadar düştü. Yani euro bir türlü belini doğrultamıyordu.Oysa bu yıl başında (2 Ocak 2002) euro 0.86 dolardan nefessiz bir koşu ile tırmanmaya başladı. Temmuz ayına gelindiğinde parite artık eşitlenmişti. Yani euro artık doların krallığına meydan okuyordu. Ancak temmuz ayından bu yana ise krallık her hafta el değiştiriyor. Bir türlü işin galibi ortaya çıkamıyor.Geçen hafta parite 1.005i geçince birçok yorumcu bunun süreceğini iddia etti. Oysa gerçek farklı. Euronun yorulmaya başladığı gözleniyor...Euro - dolar paritesi hakkında tahmin yürütmek elbette hiç kolay değil. Uzmanların yanıldıkları tahminler ise tutturduklarından fazla. Çünkü dünyadaki finans piyasalarındaki gelişmeler yalnızca ekonomik
<#comment>#comment>Dün dolar yine yerlerde sürünüyordu. TL artık doları yerden yere vurur hale geldi. Ancak biz bunun yanlış olduğu kanısındayız. Ve uyarıyoruz; TL aşırı değerlendi!
Ancak dolar, TL karşısında madara olsa da, euro karşısında onurlu mücadelesini sürdürüyor. Özellikle son beş aydır, başa baş bir mücadele gözleniyor. Son haftaya dek setler eşitti. Ama bu hafta dolar 1 euroyu aşınca avantaj tekrar ona geçmiş oldu.
Euro tedavüle çıktığından itibaren değer kaybediyordu. Oysa beklentiler tam aksineydi. Nihayet Eylül 2000’de euro en düşük düzey olan 0.83’e kadar geriledi. Sonra bir toparlanma dönemi yaşansa da bu uzun sürmedi ve Mayıs 2001’de tekrar 0.84’e kadar düştü. Yani euro bir türlü belini doğrultamıyordu.
Oysa bu yıl başında (2 Ocak 2002) euro 0.86 dolardan nefessiz bir koşu ile tırmanmaya başladı. Temmuz ayına gelindiğinde parite artık eşitlenmişti. Yani euro artık doların krallığına meydan okuyordu. Ancak temmuz ayından bu yana ise krallık her hafta el değiştiriyor. Bir türlü işin galibi ortaya çıkamıyor.
Geçen hafta parite 1.005’i geçince birçok yorumcu bunun süreceğini iddia etti. Oysa gerçek farklı. Euronun yorulmaya başladığı gözleniyor...
Ancak geçen hafta falsolar gözlenmeye başladı. Bülent Arınçın eşini başörtüsüyle devlet protokolüne taşıması çok gereksizdi. Yanlış anlaşılmasın; başörtüsüne karşı değiliz. Karşı olduğumuz kör gözün parmağına, aceleci biçimde ülkede gerginlik ve cepheleşme yaratan bu meydan okuyan eda.Ertesi gün Arınçın basına verdiği açıklama da hiç ikna edici olmadı. Sözde TSKnın toplantılarına eşini alacak kadar akılsız değilmiş. Yani? Sayın Arınç TSKyı önemseyecek, Cumhurbaşkanlığını önemsemeyecek! Özrü kabahatinden beter.Önceki gün hükümet programında Anayasa değişikliğinden bahsedildi. Ancak bu değişiklikler açıklanmadı. Şimdi birçok aydın AKPnin gizli acendalarından dem vuracak.Asıl büyük falsolama ise ekonomi alanında gözleniyor. AK Parti sanki bir takiye içinde. Bir yandan, sıkı bütçe politikasından ve faiz - dışı fazladan ödün vermeyeceğini belirtiyor, ama aynı zamanda bunun IMF ile müzakere edilebileceğini belirtiyor.Geçen hafta Dervişin hedefi olan Ali Babacan Milliyet yazarları Fikret Bila, Derya Sazak ve Serpil Çevikcanla olan sohbetinde "enflasyon hedefinin" Merkez Bankası onayı alındıktan sonra IMF ile müzakere edilip, değişebileceğini belirtmiş. Ancak "biraz" tabirini