<#comment>#comment>Şu anda resmi verilere göre 145 katrilyon iç borç var. Bu 86 milyar doların üstünde bir rakam demek. Az buz bir rakam değil kuşkusuz. Türkiye’nin çözmeye çalıştığı belki en önemli ekonomik sorun da bu. Buna "borç dinamiği" deniyor. Olumlu gelişmeler gözlenir, doğru politikalar uygulanırsa, borcun milli gelire oranı düşebiliyor. Ve sorun olmaktan çıkıyor. Aksi halde borç hızla büyüyor ve ülkeyi iflasa sürüklüyor.
Şimdiye dek izlenen olumsuz politikalar gelirden fazla harcamak ve bunu da borçla karşılamaktı. Ancak artık deniz tükendi. Bir kriz yaşandı. Ve çok ders alındı. Doğru politikalar ise; ekonomiyi büyütmek, bütçeyi disiplin altına almak, hatta mümkünse faiz - dışı kalemlerde belli bir tasarruf sağlamak ve faizleri de düşürmek.
2001 yılında küçülen ekonomi bu yıl yüzde 6 büyüyecek gözüküyor. Bu çok önemli ve olumlu bir gelişme. Kaldı ki bu büyümenin gelecek yıl da sürmesi bekleniyor. Demek ki borç dinamiği bakımından bir başka olumlu gelişme daha yaşanacak.
İkincisi, bütçe disiplini, 2001 yılında milli gelirin yüzde 5.7’si kadar faiz - dışı fazla yaratılmıştı. 2002 yılında hedef yüzde 6.5 olarak kondu. Bu daha da zor bir hedefti. Nitekim Türkiye bu
<#comment>#comment>Yürekli Eğitim ve Danışmanlık 12 - 13 Aralık tarihlerinde İstanbul’da Swissotel’de "Marka 2002" başlıklı bir konferans düzenledi. Konferans notları elime eşim Esra aracılığıyla geçti. Konu son derece önemli. Ve Türk sanayiinin önümüzdeki en önemli hedefinin bu olduğunu düşünüyoruz. Dünya ile rekabet ancak marka yaratılarak sağlanabilir. Fakat bunun mümkün olup olmadığı ayrı bir konu.
Sanıyorum işadamlarına marka kavramının önemini ilk hatırlatan siyasetçi Turgut Özal’dı. 1980’li yıllarda izlenen devalüasyonist politikalarla tekstil ve hazır - giyim sektöründe ihracat hızla artıyordu. Ama Özal birdenbire "marka yaratmaya çalışın" dedi. O ileride çıkacak sorunu görüyordu. Çünkü markalaşmadan yapılan üretim fasonculuktan öteye gitmezdi. Kalkınma da sağlanamazdı. Nitekim öyle oldu. Daha ucuz emeğin olduğu birçok ülke Türkiye’nin elinden iş kapmaya başladı.
Marka herhangi bir ürünün satın alınması sürecinde belli bir üretici ya da yapımcının özel olarak aranması demek. Böylece fiyat tek belirleyici olmaktan çıkıyor ve daha yüksek bir fiyattan satış mümkün oluyor. Kısacası, karlılık oranı artıyor.
Marka olunduğu zaman öyle durumlar yaratılıyor ki, markanın
<#comment>#comment>Piyasalarda ilginç durumlar yaşanıyor. Finans piyasaları anlaşılmaz bir davranış deseni sergiliyor. Kimi piyasalarda aşırı bir iyimserlik yaşanırken, kimi de karamsarlığa bürünmeye başladı. Demek ki, çelişen beklentiler var. Buna beklenti asimetrisi diyebiliriz.
Piyasalara teker teker göz atalım; önce TL piyasaları.. Şu anda piyasada en likit, yani en çok işlem gören bononun ortalama faizi bileşik bazda yüzde 48,12. Yani bir hayli düşmüş durumda. Ancak bunu yeterli bulmak kolay değil. Çünkü gelecek yıl tüketici enflasyonu yüzde 20 olacaksa, reel olarak bu yüzde 23’lük bir faiz demek ki, bir hayli yüksek sayılmalı. Diğer bir deyimle, aylık yüzde 3,3 kadar bir faiz.
Gelelim TL gecelik faizlere. Şu anda bu oran yüzde 44. Net olarak yüzde 35 kadar repo faizi ediyor. Yani aylık yüzde 2,5 kadar bir getiri söz konusu. Enflasyon baz alındığında net olarak belki reel bir kazanç sağlama konumunda değil. Yani TL’de kalınırsa reel getiriyi artırmanın tek yolu bono almak.
Tabii bu TL’de duranlar için. Döviz ise çok düşük düzeyde. Bize göre kurun normal koşullarda yüzde 10 - 15 daha yukarıda olması gerek. Hem de en muhafazakar tahminle. Tekrar çıkması ise iki
<#comment>#comment>Dün toplanan Avrupa Birliği (AB) Kopenhag zirvesi tarihi toplantılardan biriydi. Artık dünyanın en güçlü devletler topluluğu daha da genişliyor. Böylece on ülke (Estonya, Latviya, Litvanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, Kıbrıs ve Malta) 2004 yılı mayısında AB’ye tam üye olacaklar. Geride Romanya ve Bulgaristan var. Onlar da 2007’ye dek AB’ye tam üye olacaklar. Ancak diğer Balkan ülkelerinin kaderi şimdilik tam olarak belli değil.
Bu on ülke için 40,5 milyar euroluk bir bütçe ayrılmış durumda. Bu meblağ, bu ülkelerin uyumu için, 2004 ve 2006 yılları arasında harcanacak. Fakat rakam 1999’da ayrılandan 2 milyar daha az. Gerçi o tarihte AB 6 üye daha genişlemişti, şimdi ise 10.
AB bütçesinin büyük kısmı, AB’nin adeta patronu konumunda olan, Almanya tarafından karşılanıyor. Bu ara Avrupa’da, özellikle Almanya’da, bir durgunluğun yaşandığı da malum. Ve üye ülkeler artık daha fazla bütçe fedakarlığında bulunmak istemiyor.
Buna rağmen, Slovakya ve Estonya AB ile müzakereleri tamamladı bile. Polonya ise en sorunlu görünen ülke. Zaten en direnç gören aday da Polonya olmuştu. Çünkü adaylar içinde Polonya en tarımsal ağırlıklı olanı.
<#comment>#comment>Uygulanan programı doğru kavramalıyız. Birincisi, program kamu borcunu indirgemeye, ikincisi kronikleşen enflasyona çözüm bulmaya ve üçüncüsü de cari işlemlerdeki döviz açığı sorununu yapısal olarak telafiye çalışıyor. Bunların üçü birden hallolduğunda ortaya kalıcı ve sürekli bir büyüme yapısı çıkacak. Kısacası, çok kapsamlı bir program uygulanıyor.
Benzer bir program Meksika’da da uygulanmış ve çok olumlu sonuçlar vermişti. Bu doğrultuda yapılması gerekenler de belli. Birincisi, sıkı bütçe politikası. İkincisi de dalgalı kur. Sıkı bütçe politikası hem iç borcu azaltacak, hem de iç talep daraldığından enflasyon ve ithalat düşecek.
Ancak bu politikanın tek mahzurlu tarafı iç talep daralmasıyla iç tüketimin de sınırlı kalarak sonunda yetersiz bir büyüme performansıyla karşı karşıya kalınması. Bu durumda kur aşırı değerli olmazsa üretim dış piyasalara yönelebilir. Ancak bu pek de kolay olmaz. Çünkü genellikle sıkı bütçe politikası reel faizlerin yükselmesine neden olur. Bu da ulusal paranın değer kazanmasına. Dolayısıyla Merkez Bankaları sık sık müdahale ederek kura destek verir.
Önceki gün 2002 yılına ait üçüncü üç aylık milli gelir rakamları açıklandı.
Enflasyon denildiğinde tüketici fiyat endeksindeki (TÜFE) artış yüzdesi anlaşılır. Çünkü önemli olan halkın geçimini ilgilendiren fiyat artışlarıdır. Önlenmesi gereken bu olgudur.Gelecek yılın enflasyon hedefi yüzde 20, büyüme öngörüsü ise yüzde 5. Birincisi elde edilmeye çalışılacak, ikincisi ise bir tahminden ibaret. Yani herhangi bir yükümlülük taşımıyor. Bunlar hiç de zor parametreler değil. Yeter ki, olağanüstü dışsal gelişmeler olmasın. Mesela Irakta savaş, ya da bir doğal afet çıkmasın.Bu yılın enflasyon hedefi yüzde 35ti. Artık hemen hemen belli ki gerçekleşme yüzde 31 civarında olacak. İlk defa hedeflenenden daha düşük bir enflasyon oranı elde ediyoruz. Tabii bu önemli başarı büyük ölçüde Hazine ve Merkez Bankasına ait. Hazinenin izlediği sıkı maliye politikası ile Merkez Bankasının izlediği sıkı para politikası reel faizlerin yükselmesine neden olarak bunu sağladı. Bir de buna Merkez Bankasının izlediği yüksek faiz politikasını eklemek gerekiyor.Anımsayalım; 2001 yılı sonunda TÜFE yüzde 68,5tu. Aradan bir yıl sonra yüzde 31e düşürmek ve bunu büyüme ile gerçekleştirmek müthiş bir başarı. Ancak yüzde 68,5tan, yüzde 31e indirmek ne denli zorsa, yüzde 31den yüzde 20ye
<#comment>#comment>Önümüzdeki yılın enflasyonu artık konuşulmaya başladı. Bilinen hedef yıl sonunda yüzde 20. Ancak yeni hükümet bu hedefi değiştirmeyi arzuluyor. Anlaşıldığı kadarıyla biraz daha yüksek bir oran isteniyor; yüzde 25 gibi. Nedeni de belli. Biraz bütçe üzerinden halkta ferahlama istiyor. Tabii IMF’yi ikna edebilirse. Ancak biz bunu hiç olası görmüyoruz. Çünkü IMF enflasyonda hızlı ve kalıcı bir düşüşten yana. Haklı da. Başka türlü büyümede sürekli, kalıcı bir yapı kazanmak pek olası değil.
Enflasyon denildiğinde tüketici fiyat endeksindeki (TÜFE) artış yüzdesi anlaşılır. Çünkü önemli olan halkın geçimini ilgilendiren fiyat artışlarıdır. Önlenmesi gereken bu olgudur.
Gelecek yılın enflasyon hedefi yüzde 20, büyüme öngörüsü ise yüzde 5. Birincisi elde edilmeye çalışılacak, ikincisi ise bir tahminden ibaret. Yani herhangi bir yükümlülük taşımıyor. Bunlar hiç de zor parametreler değil. Yeter ki, olağanüstü dışsal gelişmeler olmasın. Mesela Irak’ta savaş, ya da bir doğal afet çıkmasın.
Bu yılın enflasyon hedefi yüzde 35’ti. Artık hemen hemen belli ki gerçekleşme yüzde 31 civarında olacak. İlk defa hedeflenenden daha düşük bir enflasyon oranı elde ediyoruz. Tabii
Mamafih, Türkiye diplomasi tarihinin belki en sıkı tam saha presini uygulamayı sürdürüyor. 2003 içinde müzakere tarihi almak için adeta didiniyor. TürkiyeÔnin bu müthiş performansı gerçekten övülmeye değer. Tabii ABnin takındığı dirençli tavır da yerilmeye! Çünkü yıllardır AB ülkeleri tam üyeliği adeta bir manivela gibi çok kullandılar. Şimdi kaytarmaları ise tam bir etik sorun.Ancak, bu kaytarmanın nedenlerini de iyi belirlemek gerekiyor. Görüldüğü kadarıyla Türkiyenin tam üye olmasına temel engel Almanyadan kaynaklanıyor. Oysa Almanyayı tarih içinde kendimize en yakın Batılı ülke sanırdık. Özellikle Danimarka ve Hollanda gibi bazı kuzey ülkeleri de buna katılıyor.Bu ülkelerin bazı ortak özellikleri, kaygıları var;Birincisi, bu ülkeler ABnin en gelişmiş ülkeleri. İspanya ve Portekiz de ABye katılırken pek sıcak bakmamışlardı. Çünkü genişleme politikasıyla yeni üye ülkeler ciddi mali yardımlar gerektiriyor. Bu da diğer ülkelerin bütçelerini zorluyor. Üstelik, Türkiye kişi başına gelir bakımından en fakir aday ülke. Bununla beraber, Gümrük Birliği dolayısıyla yapılması gereken mali yardımlar hala insan hakları bahaneleriyle bekletiliyor.İkincisi, Almanya, nüfusu ve ekonomisi