<#comment>#comment>Geçen hafta ödemeler dengesi verileri açıklandı. Veriler 2002 yılında döviz gelirlerimizde bir miktar artışa karşın, giderlerimizin hayli düştüğünü gösteriyor. 2000 yılında 9.8 milyar dolar olan cari işlemler açığı (yani net döviz gideri), bu yıl 3.3 milyar dolar fazlalığa dönüşüvermiş. Bir anlamda muhteşem bir değişim! Ama bir anlamda da hayli kaygı verici!
Gelirlerimizin giderlerimizden fazla olması ilk bakışta sevindirici sayılabilir. Ancak bu, döviz kazançlarından kaynaklanıyorsa sevindiricidir. Ekonomik daralma sonucu ithalat çöker, böylece cari işlemler dengesi sağlanırsa, bunun sevinilecek bir tarafı olamaz! Çünkü böylesi bir durum kalıcı değildir.2000 yılında döviz gelirleri (ihracat, turizm, işçi dövizleri vb. gelirler) 59.2 milyar dolardı. 2001 yılında bunun 57 milyar dolara indiği görülüyor. Yani yüzde 4 oranında daha az döviz kazanılmış. Üstelik ihracatta, özellikle yılın ikinci yarısında, önemli bir artış gözlenmesine rağmen... Bavul hariç ihracatta artış yüzde 12.3 olmuş. Bavulla yapılan ihracat da eklenirse, oran yüzde 10.7 oluyor. Bu da pek sevindirici değil. Çünkü bunun bir kısmı krizin ortasında yurtiçinde satış olanağı kalmayınca yapılan sto
<#comment>#comment>Susurluk’taki kaza ülkemizde çok şeyi değiştirecekti. Her gece evlerde lambalar sönüyordu. Halk adeta ayağa kalkmıştı. Umutlandık. Ama olmadı. Son günlerdeki açıklamalar olduğumuz yerde durduğumuzu gösteriyor.. Her devletin sırları olur. Elbette sorumlu bürokrasi bunları üstlenir. Ama her şey sır gibi saklanıp, hele hele yanlışlar örtülmeye başlanırsa, o zaman işler kötü demektir.
Ülkemizde bürokrasinin çok etkin olduğunu biliyoruz. Sorumluluk almadan kararların alınmasında yönlendirici oluyorlar. Oysa demokrasilerde kararlara siyasetçi egemen olmalıdır. Ülkemizde bürokrasinin olumsuz izlenimler uyandırmasının altında belki de bu yatmakta. O paternalist (tepeden bakan), hatta ceberrut tavırlar halkı rahatsız etmekte.
Geçenlerde Oxford Üniversitesi’nde mali krizler üzerine bir toplantı düzenlenmişti. Toplantıya Türkiye’den de katılanlar oldu. Bunlardan Profesör Ziya Öniş (Koç Üniversitesi) ile Dr. Emre Alper’in (Boğaziçi Ünversitesi) sunuşları elime geçti: "Yumuşak bütçe sınırlamaları, bankalarda devlet mülkiyeti ve düzenleme başarısızlığı." Sunuş, hayli iddialı savlar içeriyor.
Bu iki değerli ekonomist (Öniş ve Alper) krizin bankacılık kesiminden
<#comment>#comment>Herkesçe bilinen bir fıkra ile başlayalım: Adamın teki kendini darı sanırmış. Tavukları görünce başlarmış kaçmaya. Sonunda adamı yaka paça psikiyatra götürmüşler. Uzun tedavilerden sonra doktor çağırmış ve demiş ki "Artık darı olmadığını anladın. İyileştin. Tavuklardan da kaçmana gerek yok. Seni serbest bırakacağız." Ancak adam telaşlanmış; "İyi efendim ben bunu biliyorum da, ya tavuklar bunu anlamazlarsa!."
Son günlerde kamuoyunda Avrupalıların Türkleri dışladığı işleniyor. Biz de benzer kanıdayız. Öte yandan, Roma'da Galatasaray'ın aldığı sonuç karşısında İtalyan polisinin davranışları elbette hunharlıktan başka bir şey değil. Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in sert tepkisi de gayet kişilikliydi. Hatta şimdi gözlerimiz müfettiş edasıyla ülkemize sık sık gelen Avrupa'nın insan hakları bayraktarlarını arıyor. Ancak! Bir futbol maçı sırasında çıkan kargaşayı tüm Avrupalıların ülkemize husumeti olarak nitelemek abartılı ve hatalı olur. O zaman neden canhıraş AB'ye girmeye çabalıyoruz ki.
Öncelikle Avrupalı olup olmadığımızı kavramalıyız. Dört kavram önemli: Avrupalı olmak; Avrupalı olmaya çalışmak, kendini Avrupalı hissetmek veya Avrupalı sayılmak. Henüz
<#comment>#comment>Dünkü yazımızda art arda gelen mali krizlerin IMF’nin itibarını sarstığını belirtmiştik. Ve şöyle sonuçlandırmıştık: Türkiye’de çok sıkı bir mali disiplinle uygulanan bu program başarılı olursa bizi düze çıkarmakla kalmayacak, IMF’nin de namusunu kurtaracak.
IMF artık sadece sıkı para politikası ve sıkı bütçe disiplini istemiyor. Bunun yanı sıra birçok önemli reformu talep ediyor. Bunlar da kamu maliyesinde kalıcı denge sağlamaya çalışıyor.
IMF sarsılan itibarını kazanabilmek için yeni yeni düsturlar geliştiriyor:
IMF yakın geçmişte Dünya Bankası’yla ortak bir Kalkınma Komitesi örgütlemiş bulunuyor. Böylece sosyal konularda daha duyarlı olan Dünya Bankası’yla çalışmalar yapıyor. Yıllarca insan faktörü nedeniyle aldığı sert eleştirileri de savuşturmaya çalışıyor.
IMF’de gelişmiş ülkelerin kotaları giderek yükseliyor. Çünkü fakir ülkeler giderek fakirleşirken, zenginler daha da zenginleşiyor. Bu sürecin gözden geçirilmesi düşünülüyor. Yoksa IMF giderek "ne kadar para, o kadar oy" yapısına giriyor.
IMF uluslararası mali sistemin güçlendirilmesinin önemini artık anlamış bulunuyor. Bu doğrultuda IMF’nin hükümetlerle ve özel sektörle
<#comment>#comment>IMF (Uluslararası Para Fonu) II. Dünya Savaşı sonrası kurulmuş bir kurum. Aslında, pek bilinmese de, organik bakımdan Birleşmiş Milletler’e bağlı. Yani dünyanın tüm ülkelerinin oy hakkının olduğu bir kurum. Ancak burada oy hakkı Birleşmiş Milletler’de olduğu gibi eşit değil. Üye ülke ne kadar zenginse o kadar oy hakkı var. Örneğin ABD’nin yüzde 17, Japonya ve Almanya’nın yüzde 6’şar, Fransa ve İngiltere’nin yüzde 5’ere yakın. Bu beş ülke oyların yüzde 40’ını oluşturuyor. Türkiye’nin ise neredeyse yüzde 0.45. Böyle olunca IMF’de gelişmiş ülkelerin borusu ötüyor.
IMF’nin resmi görevi borçlu ülkelerin sıkıntılarını gidermek. Yahut da bir ülke ödemeler dengesi sorunları yaşarsa imdada koşmak. Gerçi 1970’li yıllarda IMF enflasyonu yenmek için programlar düzenledi. Ama çoğunda pek başarılı olamadı.
1980’li yıllara dek önerdiği programlar toplumsal ve siyasal maliyetleri nedeniyle sert biçimde eleştirilmişti. Aslına bakarsanız gelişmekte olan ülkelerde IMF demek; daralan ekonomi ve işsizlik anlamına geliyor. Halk o ülkelerde IMF’ye iyi gözle bakmıyor. Emekçi sınıf IMF’yi borç para veren bir zalim gibi görüyor. Mesela Malezya krize girdiğinde IMF’yi kovmuştu. Ve şimdi
<#comment>#comment>Bankalara sermaye desteği bir zorunluluk. Kronometre de çalışmaya başlamış bulunuyor. Şu anda yetkili uzmanlar bankaların kredilerini inceden inceye denetliyor. Ancak bankalar hayli rahatsız. Çünkü bilançoları şeffaflaşıyor.
Geçenlerde Hürriyet yazarı Ercan Kumcu, ‘Madem bu destek verilecekti, neden önce vermedi? Hiç olmazsa batanların bir kısmı kurtulurdu’ demiş. İlk bakışta gayet haklı. Ancak daha ileride tekrar batma olasılığı varsa verilen her destek heba olacaktır. Bu nedenle kişisel görüşümüz, önce gelecek vaat eden bankaları belirlemek, sonra onlara yardım etmektir.
(Bu arada bir gariplik; sermayesi eksik bankaya desteğin bir kısmı bono, gerisi nakit olarak veriliyor. Demirbank’ın Fon’a neden alındığını unutmayalım: bonosunun çok, sermayesinin azlığı! Komedi değil mi?)
Bankaların haklı olduğu noktalar da var. Diğer krizli ülkelerde olduğu gibi sermayelerini yitirdiler. Hem de katmerli olarak. Önce gecelik faizler patladı. Ellerindeki düşük faizli bonoları çok yüksek repo faizleriyle fonladılar. Ciddi zararlar yazdılar, ama ses çıkarmadılar. Oysa sorun kamu bankalarındaydı.
Sonra devalüasyon oldu. Devletin kur taahhüdüne inananlar
<#comment>#comment>Bir süredir medyada yeni bir siyasi kamplaşma şişiriliyor: "Avrupa’dan yana olanlar" ve "Avrupa’ya karşı olanlar". Geçenlerde bir generalimizin beyanı da bu kutuplaşmayı artırdı.. Kamuoyunun bu durumdan pek mutlu olduğunu sanmıyoruz.
İki veriyle başlayalım. Birincisi, bazı aydınlar farklı düşünse de, Türk kamuoyunda en güvenilen kurum olarak ordu görülmekte. İkincisi, Türk toplumunun çoğunluğu Avrupa Birliği (AB) içinde yer almak istiyor.
Aydın kesimimizin bir kısmı Avrupa’nın uzlaştığı ilkeleri tartışmanın anlamsızlığını ifade ediyor. Haklılar. Aynı zamanda "Türkiye bölünme fobisinden kurtulmalı" görüşündeler. Ancak bunda pek haklı değiller. Çünkü yıllardır bölücü - terörist unsurla mücadele ediliyor. Terörden çekenlerin acıları hala taze. Bu nedenle gerek idamın kalkması, gerekse Kürtçeyi öğrenme konusunda toplumun büyük bir kısmı henüz hazır gözükmüyor. AB yetkilileri bu toplumsal duyarlılığı görmezden gelip, özgürlükçü adımların bir an önce gerçekleşmesini isteyince, AB ile ilişkilerimiz sıkıntıya giriyor. Üstelik AB, Türkiye’yi kucaklayacağı yerde, sürekli hırpalayan bir üslup sergilediği için, Türkiye yılgınlaşıyor. Buna rağmen, terör nedeniyle idamın
<#comment>#comment>Ekonominin nihai amacı büyümedir. Büyüme süreklilik kazanırsa sosyal sorun da kalmaz. Son zamanlarda çevremizde en fazla konuşulan konu 2002 yılında büyümenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği haline geldi. Malum; iç piyasalarda yaprak kımıldamıyor. Tüketim son derece durgun. Keza yatırımlar da. Kaldı ki, talebin ve tüketimin böylesi durgun olduğu ortamlarda yatırım beklenemez. Siyasi karara bağlı kamu yatırımlarının da artmasına izin verilmiyor, çünkü iç borcun sorunu var. Üstelik, iç talebin canlanması zaten istenmiyor. Çünkü enflasyonun düşmesi öncelik kazanmış görünüyor. Büyüme umutları ise 2003’e ertelenmeye çalışılıyor.
Tercih ne olmalı? Enflasyon mu, büyüme mi? Elbette büyüme. Ama sürdürülebilir olması için önce enflasyon düşmeli. Çünkü ekonomik istikrar büyüme için uygun ortam sağlıyor. Bu nedenle enflasyonun doğru politikalarla düşürülmesi önemli. Şu andaki enflasyon düşüşü ise anti - enflasyonist politikalarla değil, durgunluktan gerçekleşiyor.
Durgunluk elbette arzu edilir bir şey değil. Bu nedenle çözüm önerileri tartışılıyor. Birinci beklenti; yabancı sermayenin girişi. Hükümet temmuzda yabancı sermaye çekmek için atağa geçecekmiş. Her şey kelepir