<#comment>#comment>ABD Büyükelçisi Robet Pearson Kayseri'de yaptığı bir konuşmada Amerikan vatandaşlarının ödediği verginin 17 milyarının bize aktığını belirtmiş. Anlaşılan "bize çok şey borçlusunuz" demek istiyor. Oysa bu diplomatik olarak da, teknik olarak da doğru değil. Üstelik şık da olmamış.
Önce olaya diplomatik açıdan bakalım. Çeşitli zengin ülkeler gelişmekte olan ülkelere yardım yaparlar. Bu görünüşte insanlık namına yapılır. Ama gerçekte dünya mali sisteminde darboğazların giderilmesi içindir. Nitekim, Dünya Bankası'nın fakir ülkelere verdiği sosyal yardımlardan çok daha fazlasını, IMF mali krizlerde gelişmekte olan ülkelere verir. Kimse birbirini aldatmamalı: Verilen paralar "ödemeler ve borç sistemi rahat çalışsın" diyedir. Bir başka neden de, dünya ekonomisinin gelişerek daha büyük pazarların oluşması içindir. Özetle, Amerika Türkiye'ye insanlık duygularıyla değil, menfaatleri olduğu için yardım etmektedir. Tabii Türkiye ayrıca Amerika'nın bölgedeki en güçlü ve en sadık müttefikidir...İkincisi, Amerikan halkının vergisinin karşılıksız olarak bize aktığı doğru değildir. Çünkü ABD bütçesinden IMF'ye, oradan da Türkiye'ye gelen bu para nihayetinde IMF'ye geri
<#comment>#comment>Yirmi beş yıldır kronik biçimde enflasyonla yaşıyoruz. Demek ki, çeyrek yüzyıldır ekonomi biliminin bilinen en zararlı sorunuyla doğru dürüst mücadele etmemişiz. Devlet Bakanı Kemal Derviş geçenlerde Bursa'da "dünyada Türkiye'den daha yüksek enflasyonlu ülke gösterene yemek ısmarlayacağım" demiş. Ancak, sakın unutmayın; kazanırsanız "madem ekonomiyi bu kadar iyi biliyorsun, sen çok para kazanmışsındır, en iyisi gel yemeği sen ısmarla" diyebilirler, şaşmayın.
Türkiye'de 2000 yılı hariç yirmi beş yıl boyunca enflasyonun düştüğü başka yıllar da oldu. Ama bunların hepsi ekonomik daralmalarla oluşmuştu. Ekonomide şu temel kuralı unutmayalım: İstikrarlı konjonktürlerde büyüme zordur. Diğer bir deyimle; büyüme istenmezse enflasyonu düşürmek kolaydır. Ancak enflasyon alıp başını giderse yine büyüme dinamiği ortadan kalkar. Bu nedenle düşük dozlu enflasyon oranları "sürdürülebilir büyüme" için en doğrusudur.
Gelelim şubat ayının enflasyon verilerine. TÜFE yüzde 1.8; TEFE yüzde 2.6 ve çekirdek enflasyon denen özel imalat sanayii fiyat endeksi de yüzde 0.7 çıktı. Enflasyonun düşük çıkmasının iki temel nedeni var: Birincisi düşen nominal döviz kuru, yani değerlenen
<#comment>#comment>Her ekonomik program zaman zaman sorunlarla karşılaşır. Bunların ortadan kaldırılmasıyla da başarı sağlanır. Aksi takdirde en doğru program bile zamanla uygulanamaz hale gelebilir.
Ekonomik programların nihai amacı büyümedir. Büyüme sürdürülebilir olduğu müddetçe işsizlik de, gelir dağılımı sorunu da ortadan kalkar. Gerçi enflasyon düşmeden büyümenin sürdürülemediğini biliyoruz. Ancak enflasyonu yenerken de yaşanacak çok uzun süreli durgunluklara toplum tahammül edemeyebilir. Bu nedenle uygulanan programın toplumsal maliyetlerinin en aza indirilmesi gerekir. Tabii bir konu daha var: Önlemler gecikirse etki de azalır. Hatta tümüyle yok olabilir.
Bir yıldır IMF'nin gözetiminde yeni bir program uygulanıyor. Uyguladığımız bu program bir fiyat istikrarı modelinden çok, enflasyona karşı altyapıyı hazırlıyor. Tek yapılan; ortodoks bir bütçe ile 'sıkıca' bir para politikasının uygulaması. Sıkı bütçe politikası için gereken ne reform varsa yapılıyor. Fakat öncelik ihracatın artması ve faizlerin düşmesi.İhracat elbette yalnızca devalüasyonla artırılamaz. Kaliteli mal üretimi gerekir. Oysa bu yıl en duyarlı dönemde ağır bir devalüasyona izin verildi. Çünkü kurun
<#comment>#comment>Şimdiye dek hep aşırı iyimserlikten ve aşırı karamsarlıktan kaybettik. Krize girince adeta gözümüz karardı. Sanki tek bir olumlu yön kalmamıştı. O toz duman arasında kamuoyunu bilgilendirmeye, yapılanları anlatmaya çalıştık... Hayli de tepki topladık. Neyse.
Ancak şimdi işler iyiye gitmeye başlayınca, çeşitli riskler de göz ardı ediliyor. Bu da doğru değil. Zaman zaman arkaya bakıp duygusallıktan uzak bir muhasebe yapmakta yarar var. Aksi takdirde sıkıntılarla karşılaştığımızda gecikmiş olabiliriz. Bu kesinlikle şeytanın avukatlığı sayılmamalı. Çünkü şeytanın avukatlığı belli olumsuzluklar varsayıldığında karşı tarafın savunmasının ölçülmesidir. Oysa biz gerçek riskleri yansıtmalıyız...
Ağır bir kriz atlattık. Uygulamada birkaç hata dışında, genel olarak doğru strateji uygulanıyor. Hükümetin performansı da takdir edilmemeli. İsteyerek veya kerhen, bilerek veya acz içinde olduklarından IMF'nin önlerine koyduğu her reformu gerçekleştirdiler. Üstelik IMF'nin önümüze her koyduğu doğru olsaydı, geçen kriz yaşanmazdı. Buna rağmen irade gösterildi. Özellikle kamu sektörünün reformu ile bankalara çekidüzen verilmesi konusunda ciddi çabalar gözlendi. Ama hala
IMF ve ekonomi y"netimi 2000 yılında oluşan cari işlemler açığı (net d"viz gideri) ve reel kurun bir kriz etmeni olduğu g"rüşünde. Bakan Derviş de dün ODTš'deki konuşmasında bunu dile getirmiş. Başbakan'la Cumhurbaşkanı kavga etmeseydi bile, kriz olacaktı, demiş. Bu açıklama ile tam olarak ne kastedildiğini bilmiyoruz. Eğer kastedilen sadece cari açıklarsa, tam olarak katılmak mümkün değil. Çünkü cari açığı olan her ülkede kriz olmuyor. ™nemli olan cari açık değil, "ne kadar" sıcak paranın "hangi sürede" çıkış yapacağıdır. Sıcak para, cari açıkların yanı sıra politik gelişmeleri de bir tehlike parametresi olarak algılayabilir. Mesela aylarca Fazilet Partisi'nin kapatılma olasılığı piyasalarda tedirginlik yaratmamış mıydı? Krizleri tetiklemede bekleyişler konusu g"zardı edilmemelidir. šstelik, kasımda ortaya çıkan bankacılık krizinin şubat krizinin temelini oluşturduğu unutulmamalıdır. IMF'nin Güney Asya krizlerinde yanıldığı nokta yine bu olmuş, aşırı risk almış çürük bankalar en küçük sallantıda ç"kmüşlerdi. Uygulanmakta olan bu program da bunu hedeflemektedir.İki ay "nce IMF'nin resmi yayın organı olan IMF Survey'de Kaliforniya šniversitesi'nde profes"r olan Maurice
<#comment>#comment>Krizden bu yana tam bir yıl geçti. Şimdi bambaşka bir program uygulanıyor. Bazıları krizin öngörülebileceğini savunurken, bazıları da ikazların kulak arkası edildiği iddiasında. Oysa krizlerin en önemli özelliği kesin biçimde öngörülememeleri. Tıpkı deprem gibi. Belirtiler görülür, ama tarihleri verilmez. Belirtiler ikaz edilse bile "kriz şu tarihte olacak" demek bilimsellikle bağdaşmaz. Çünkü ekonomistler müneccim değildir. Üstelik krizlerin belirtileri literatürde hala tartışma konusudur.
IMF ve ekonomi yönetimi 2000 yılında oluşan cari işlemler açığı (net döviz gideri) ve reel kurun bir kriz etmeni olduğu görüşünde. Bakan Derviş de dün ODTÜ'deki konuşmasında bunu dile getirmiş. Başbakan'la Cumhurbaşkanı kavga etmeseydi bile, kriz olacaktı, demiş. Bu açıklama ile tam olarak ne kastedildiğini bilmiyoruz. Eğer kastedilen sadece cari açıklarsa, tam olarak katılmak mümkün değil.
Çünkü cari açığı olan her ülkede kriz olmuyor. Önemli olan cari açık değil, "ne kadar" sıcak paranın "hangi sürede" çıkış yapacağıdır. Sıcak para, cari açıkların yanı sıra politik gelişmeleri de bir tehlike parametresi olarak algılayabilir. Mesela aylarca Fazilet Partisi'nin kapatılma
Sigara içtiğim tam on d"rt yıl boyunca herkes bırakmanın zorluğunu s"yledi, durdu. Bense birçok insanın da sigarasız yaşayabildiğini, yaşamdan da hayli keyif aldıklarını s"ylerdim. Sonunda haklı çıktım. Bırakmayı becerdim. Biliyorsunuz: sigarayı bırakanlar, hiç içmeyenlerden daha düşman kesilirler. Belki başlama korkusundan, belki de bırakma bilincini geliştirdiklerinden. Sigara üreticileri alınmasın, ama kendi paramla kendimi zehirlememe, içerken de şaşardım.šlkemizde sigara konusu yeterince işlenmiyor. Geçenlerde sınıf arkadaşım pediatri profes"rü Elif Dağlı Dünya Bankası'nın Ankara bürosundan yapılan bir açıklama yolladı. Açıklama Dünya Bankası'nın ilke olarak sigara şirketlerinin desteklediği hiçbir etkinliğe katılmadıklarını belirtiyor. Herhalde b"yle bir etkinlikte Dünya Bankası'nın ismi kullanılmış, buna tepki g"steriliyor.Açıklamanın "nemli tarafı ise yansıttığı veriler. Tütünün doğrudan her yıl dünyada 4 milyon kişiyi "ldürmesi kaygılandırıyor. Bu rakamın çoğu, "zellikle kalkınmakta olan ülkelerde ortaya çıkıyor. Çünkü tüketim giderek zengin ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kayıyor. ™rneğin Türkiye'de, 1990 - 1997 d"neminde, yani tam yedi yılda, sigara içen
<#comment>#comment>Sigarayı on beş yıl önce doktora tezimi yazarken, bir arkadaşımın ısrarıyla bırakmıştım. İçtiğim zamanlar, serde solculuk nedeniyle, yerliyi tercih eder, üstelik yerli tütünün katranı az olması nedeniyle savunurdum.
Sigara içtiğim tam on dört yıl boyunca herkes bırakmanın zorluğunu söyledi, durdu. Bense birçok insanın da sigarasız yaşayabildiğini, yaşamdan da hayli keyif aldıklarını söylerdim. Sonunda haklı çıktım. Bırakmayı becerdim.Biliyorsunuz: sigarayı bırakanlar, hiç içmeyenlerden daha düşman kesilirler. Belki başlama korkusundan, belki de bırakma bilincini geliştirdiklerinden. Sigara üreticileri alınmasın, ama kendi paramla kendimi zehirlememe, içerken de şaşardım.
Ülkemizde sigara konusu yeterince işlenmiyor. Geçenlerde sınıf arkadaşım pediatri profesörü Elif Dağlı Dünya Bankası'nın Ankara bürosundan yapılan bir açıklama yolladı. Açıklama Dünya Bankası'nın ilke olarak sigara şirketlerinin desteklediği hiçbir etkinliğe katılmadıklarını belirtiyor. Herhalde böyle bir etkinlikte Dünya Bankası'nın ismi kullanılmış, buna tepki gösteriliyor.
Açıklamanın önemli tarafı ise yansıttığı veriler. Tütünün doğrudan her yıl dünyada 4 milyon kişiyi