Yalova Valisi Doçent Yusuf Erbay, Yalova’nın doğası ve ormanlarını korumayı kendisine görev edinmiş, sorumlu bir bürokrat... Ankara tarafından görevden alındı ancak Danıştay kararıyla kısa süre önce geri döndü. Mücadeleye devam ediyor...
Yalova özel bir alan... Bu alanın yarıdan fazlası ormanlardan oluşuyor. En büyük zenginliğini yaylaları, mesire yerleri, akarsuları, kaplıcaları özetle doğası oluşturuyor.
Gelin görün ki bu doğal varlıklar Ankara’nın umurunda değil...
Enerji Bakanlığı Maden İşleri Genel Müdürlüğü (MİGEM) orman ve tarım alanlarına durmaksızın “Maden Arama ve İşletme” ruhsatları veriyor. Bu ruhsatların sayısı 67’ye ulaşmış. Rakamın ne anlama geldiğini Vali Erbay şöyle açıklıyor:
“Bu ruhsat alanlarının orman alanlarına oranı yüzde 37’dir.
Bu ruhsatlar valiliğimizce onaylandığı takdirde yaklaşık 6.996.000 (yaklaşık 7 milyon) adet ağacın kesilmesi gerekecektir. Bu bir orman depremidir. Yalova ilinin 99 yılında yaşadığı büyük deprem felaketi ölçeğinde bir yıkımdır.”
* * *
İklim Bayraktar adlı gazeteci hanımın manevralarının hepsini bir yana bıraksanız dahi... Kemal Kılıçdaroğlu’na “Bana cihaz bulun AKP’li bir üst düzey yetkiliyle ilgili çarpıcı kayıtlar yapıp getireyim” demesi yeterli fauldür... Hanımefendi böylece CHP adına casusluk yapmayı teklif ediyor... Ardından neler geleceği belli değil... Kemal Kılıçdaroğlu yemi yutmamış. Olayın komplo olduğunu fark etmiş. Ancak bu olayın bir başka ve önemli yüzü var ki... Onu da Kemal Bey dün Milliyet’te şöyle anlatıyor:
“... Gözden kaçırılan, basının da üzerinde durmadığı önemli bir nokta var... Bütün bu anlatımlar bayan gazetecinin bir başkasıyla yaptığı telefon görüşmesinin dinlemesinden yansıtılıyor. Bu yasadışı bir iştir. Ama hiçbir savcı işin bu yönüyle ilgilenmedi. Adalet Bakanı da ilgilenmedi, İçişleri Bakanı da ilgilenmedi. Demek ki hükümet, CHP’nin yıpratılması için bu yasadışı işlerden medet umuyor...
* * *
Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun tutuklanmasından sonra siteyi ayakta tutmaya çalışan 6 OdaTV çalışanı daha gözaltına alındı. Bu kişilerin tümü dinlenmişti. Ancak sadece İklim Bayraktar’la ilgili ve CHP’yi karıştıracak dinlemeler basına servis edildi. CHP doğal olarak
Habertürk’te geçen pazartesi akşamı yayınlanan ‘Sansürsüz’ adlı programda Mine Kırıkkanat’ın Ergenekon davasını eleştirmesi üzerine mümtaz yazar Mümtazer Türköne “‘Ulusal Medya 2010’ tekniklerini kullanıyorsunuz, psikolojik harekât yapıyorsunuz” diye kendisini susturdu. Mine konuşmasına aynı minval üzre devam edince bu defa Nagehan Alçı aynı gerekçeyi öne sürerek uyardı... Neydi o belge?
* * *
“Ulusal Medya 2010” adlı belge OdaTV’nin bilgisayarından çıktı. Soner Yalçın ve diğer OdaTV çalışanları böyle bir belgeyi hiç görmediklerini söylediler ilk ifadelerinde. OdaTV avukatları, bu belgenin dışardan spam atılarak OdaTV bilgisayarına yüklendiğini, bir saniyelik bir sürede kimse görmeden ortadan kaybolduğunu mahkemede ifade ettiler. Teknik kanıtları ortaya koydular. Ancak yargıç teknik bilgiye sahip olmadığını söyleyerek bu ifadeleri kaale almadı.
Ne vardı belgenin içinde?
Belgenin hedefi savcılarca şöyle özetleniyordu:
“Ergenekon ve benzer davaların kamuoyunda inanılırlığının ortadan kalkması, tutuklu yargılanan şüphelilerin serbest kalması ve bu soruşturmaları yürüten kişilerin vatana ihanet kapsamında yargılanması için kamuoyu oluşturulması.”
Belge ile medyaya Ergenekon
Emekli diplomat dostumuz yazıyor... Dün öğleden sonra Nişantaşı’ndaki Bread and Butter’da arkadaşlarımla beraberdim.
Tanınmış bir profesör, ünlü bir gazeteci, deneyimli bir üst düzey yönetici...
Baktım, birbirleriyle konuşurlarken yer yer seslerini kısıyor, fısıldıyorlar..
Oysa etrafta sadece cafenin sahibi Nazlı Hanım ve yardımcısı var, onlar da bizi duyamazlar...
Soğuk savaşın dorukta olduğu yıllarda üç buçuk sene görev yaptığım Doğu Berlin’de bile böylesini görmedim. Bazı çok evhamlı yabancılar gördükleri filmlerin etkisinde kalarak, dinleme aletlerinin duvara gömülü olacağını düşünürler ve bazen muhataplarını daha ihtiyatlı konuşmaya yönlendirmek için elleriyle oturulan odaların tavanlarını işaret ederlerdi.
Sanki yan duvarlara dinleme aygıtı yerleştirilemez, bunlar sadece tavanda olurmuşçasına..
Biz Doğu Berlin’de elçiliği kurduktan bir süre sonra Türkiye’den ilgililer Berlin’e gelerek elçiliğin güvenlik durumunu sınadılar.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, tutuklanan gazeteciler için konuşuyor:
- Şu anda dosyada ne var ne yok bilmiyoruz. Dün davayı yürüten savcı bir açıklama yaptı ve “Bu gözaltılar gazetecilikten değil” dedi. Sadece gazetecilikten alınırlarsa basına darbe olurdu. Sadece gazetecilikten değil de başka şeylerden alınıyorlasa durum farklı. Bunun için biraz sabretmek gerek...
Sayın Bakan acaba gazeteleri yeterince dikkatli okuyor mu? Okusa herhalde aklından şu sorular geçecekti:
- Eğer gözaltılar gazetecilikten değilse neden sorulan bütün sorular gazetecilikle ve kitaplarla ilgili? Üstelik de yazılmış değil daha çok yazılmakta olan ve genellikle cemaatle ilgili kitaplarla...
Nedim ve Ahmet'in avukatları müvekkillerine gazetecilik dışı soru sorulmadığını söylüyorlar.
Adalet Bakanı ‘Basına darbe’den söz ediyor..
Olay basına darbe aşamasını çoktan geçip “demokrasiye darbe” niteliği kazandı oysa...
“Yargının tasarrufunu bize fatura edemezsiniz...”
Başbakan ve bakanları, gazetecilikten başka faaliyeti olmayan meslektaşlarımızın gözaltına alınmasında rolleri olmadığını yukardaki sözlerle kanıtlamaya çalışıyorlar. Evet... Anayasa değişikliği ile HSYK’yı Adalet Bakanlığı’na yani iktidara bağlamamış olsalardı bu sözlerin anlamı vardı. Ama yargıyı istedikleri gibi kurguladılar. Özel yetkili mahkemelerin yargıç ve savcılarını kendilerine göre kadrolaştırdılar. İktidar yargısı yarattılar. Bunu yapanlar yargının her türlü tasarrufunun sorumluluğunu almaktan da kaçınmamalı öyle değil mi?
Gazetecilere yönelik saldırılar sanırız iktidarı da tedirgin ediyor. Çünkü daha özgürlükçü ve daha demokrat bir Türkiye masalıyla yapılan Anayasa değişikliğinin kokusu erken ortaya çıktı. Ergenekon sürecinin muhaliflere yönelik sindirme harekâtına dönüştüğü tabak gibi görüldü. “Yetmez ama evet”çiler de iktidarı savunamaz oldu. İktidar devlet içinde gelişmesine göz yumduğu malum grubun kontrolünü elinden kaçırmış gibi görünüyor? Sizde de öyle bir duygu var mı?
* * *
Profesör Yalçın Küçük’ün evinde 22 bin sayfa nota el konulmuş. Bu sayfaların tek tek Yalçın Küçük ve avukatları tarafından
Meslektaşlarla birlikte İstiklal Caddesi’nden yürüyoruz... Baş üstünde pankartlar:
“Gazetecilere özgürlük, Hapisler boşalsın, AKP elini basından çek...”
Ve topluca sloganlar:
“Susma, sustukça sıra sana gelecek, Faşizme karşı omuz omuza...”
Son yılların en kalabalık gazeteci protestosuna tanık oluyoruz.
Gerçi kimi katılımcılar “Ahmet Şık’ın tutuklanmasına” biraz fazla üzülmüş görünüyorlar ama... Onlar da anlayacak bir gün “demir ökçe”nin basını ezerken kuruya yaşa bakmayıp hepsini dümdüz ettiğini...
Nazım Alpman bir mini pankart hazırlamış. Şöyle diyor:
Türkiye’de özgür gazeteciliğin yeni kuralı belli oldu:
“Yazma, yazdıkça sıra sana gelecek...”
Gazetecinin görevi doğruları yazmaktır. Ama yazma... İktidar partisini ve Başbakanı sorgulama. Eleştirme. Haksızlığa uğrayanları savunma. Karanlık olayların arka planını araştırma... Kafanı kurcalayan konuları kâğıda dökme... Basın özgürlüğünün bittiğini aklından çıkarma... Sadece iktidarı övme özgürlüğünü kullan...
İktidarın basına ve topluma yaydığı mesaj budur...
Dün Nedim Şener arkadaşımızla birlikte onun gibi araştırmacı gazeteci olan Ahmet Şık evleri aranarak gözaltına alındılar. Odatv’de Soner Yalçın’ın bıraktığı görevi sürdüren Doğan Yurdakul, Mümtaz İdil, Sait Kılıç gibi gazeteciler ile Prof. Yalçın Küçük de aynı muameleye tabi tutuldu.
Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu arama ve gözaltı kararlarının hukuksuzluğunu anlattı gün boyu televizyonlarda... Türkiye Gazeteciler Cemiyeti arama ve gözaltılardaki “Ergenekon üyeliği ve halkı düşmanlığa teşvik” gibi gerekçelerin yaydığı ürküntüye dikkati çekti. Bu gerekçelerle ülkede istediğiniz her kişiyi arayabilir, gözaltına alabilir, hapse atabilirsiniz...
Türkiye şu anda seçim arifesinde bulunuyor... Demokrasi 12 Haziran’da bir