<#comment>#comment>Soru - Yorum köşesinin okurları arasında "bre adam, bunca sıkıntıdan sonra biraz rahatlamayı bile neden fazla görüyorsun bize" diyerek öfkelenenler olursa hiç şaşmam. Millet tam "indirimli satışlar patladı, ekonomi canlandı, kriz bitti" diye şenlik yapmaya hazırlanırken bunu sorgulamaya kalkışmanın alemi var mı?
"Geçici rahatlamaların, avunmaların bir anlamı yok mu?" sorusunu kendime de soruyorum aslında. Var belki de. Ancak hemen ardından şu soruyu da sormadan edemiyorum: Biz bu krizlere, bu çıkmazlara hep bu tür avunmalarla gelmedik mi? Sorunlarımızı göz ardı ederek, sancılı çözümleri erteleyerek, "işler iyi gidiyor" diye kendimizi avutarak sürüklenmedik mi bu çıkmazlara?
Yoğun ilgi gördüğü anlaşılan indirimli satışların alım gücü düşen insanımıza bir fırsat yaratmak, piyasalara bir hareket getirmek, moral vermek ve nakit akışı yaratmak açısından yararları olabilir. Ancak ünlü bir mağazamızın sahibinin indirimli satış furyası sırasında fark ettiği gibi, gelecekteki talebi öne çeken bu indirimli satışlar firmanın kar marjını alıp götürüyorsa ve bu arada firmanın maliyetleri de artmaya devam ediyorsa, bu bir yıkım da olabilir o firma için.
ABD’de
<#comment>#comment>İnsanların beklentileriyle ekonomiyi etkileyen davranışları arasında yakın bir ilişki var. Beklentiler, ekonomideki ve piyasalardaki gelişmelerin bir yansıması olabileceği gibi, daha sonra olacakları belirleme açısından da özel bir önem kazanabiliyor zaman zaman.
Bu olgunun somut bir örneği 19 Şubat’tan sonra Türkiye'de yaşandı. 19 Şubat sonrasında hükümete güven kalmayınca işlerin daha kötüye gideceği beklentisine giren herkes varını yoğunu dövize çevirmeye ve parasını sistem dışına çıkarmaya yöneldi. Bu ortamda IMF dışında dış kaynak temini olanağı kalmadı. Bunun sonucunda döviz kurlarında yüzde 130'lara varan bir tırmanış yaşandı, hemen herkes hızla yoksullaştığını hissetti, iç pazardaki daralma derinleşti, işten çıkarmalar büyük boyutlara vardı, karamsarlık dalga dalga yayıldı. Çeşitli ortamlarda karşılaştığım insanlar, "Dolar nereye kadar yükselir, yıl sonunda 2 milyon lira olur mu?", "Kasım ve şubat şoklarından sonra üçüncü bir şok yaşayacak mıyız?", "İç ve dış borçta konsolidasyon olacak mı?", türünden sorular soruyorlardı o dönemde.
Bunun tam tersi de geçerli: Ekonominin geleceğiyle ilgili beklentileri olumsuzdan olumluya doğru değiştirebildiğiniz
<#comment>#comment>Hisse senedi borsaları çoğu kez ekonomilerdeki olası gelişmelerin öncü göstergesi gibi görev yapıyor, olumlu ya da olumsuz gelişme beklentileri gerçekleşmeden bir süre önce borsalarda "satın alınıyor". Son iki ay içinde borsalarda yaşanan gelişmelere bakarak 2002 yılının özellikle ABD'de ve Türkiye'de olumlu gelişmelere sahne olacağını düşünebiliriz. ABD'de Dow Jones endeksinin 11 Eylül sonrasındaki dip noktayı izleyen yükselişi % 20'ye yaklaştı, Nasdaq'ta da ciddi bir toparlanma görüldü. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'ndaki yükseliş ise dolar bazında % 50 dolayında.
Ancak hisse senedi borsalarında, biraz da önceki düşüşlere tepki olarak gerçekleşen bu hızlı yükselişlerin, ekonomideki olumlu gelişmeler konusunda ne kadar sağlıklı bir gösterge olduğu tartışma konusu. IMF, ABD ekonomisi için yaptığı 2002 yılı büyüme hızı tahminini % 2.2'den % 0.7'ye düşürdü ve IMF Başkanı Köhler, ABD'de hem tüketici talebinin hem de yatırımların zayıflığına dikkat çekti. Japonya'nın 2002'de büyüme değil küçülme yaşayacağını tahmin eden IMF dünya ekonomisi için yaptığı 2002 yılı büyüme hızı tahminini de % 3.5'ten % 2.4'e düşürdü.
Türkiye'nin kriz takvimi kendine özgü ama
<#comment>#comment>Futbolda Şenol Güneş, ekonomide Kemal Derviş inişli çıkışlı bir yolun sonunda Türkiye'yi bir noktaya getirdi. Her ikisi de çok eleştirildi, her ikisi de çok zor anlar yaşadı bu süreçte. Örneğin İstanbul'daki İsveç maçının son dakikalarda yenen iki golle kaybedilmesi Şenol Güneş için, IMF'nin kredi dilimlerini askıya alması Kemal Derviş için ciddi sıkıntı kaynağı oldu her halde. Ancak gelinen noktada her ikisinin de Türkiye'yi uluslararası planda bir noktaya getirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Şimdi önemli olan bundan sonrası; Türkiye'nin futbolda ve ekonomide daha iyi bir noktaya, daha yüksek bir hedefe nasıl varabileceğinin ve tabii Güneş'in ve Derviş'in bu süreçte oynayacağı rolün tartışılması.
Hemen belirteyim ki her ikisinin de işi çok zor. Futbol konusunda fazla ahkam kesmek istemiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim: Avusturya zaferi sonrasında Türkiye'yi hemen "dünya şampiyonu" ilan eden palavracı takımına bakmayın siz, finale ancak baraj maçıyla çıkabilen altı takımdan biri olan milli takımımızın 32 ülke arasında ilk sekize girmesi bile büyük başarı olur Dünya Kupası'nda. Sanırım Şenol Güneş de bunun bilincinde ve başarılı olabileceği koşulları yaratmadan
<#comment>#comment>Ekonomide işler belirli bir süre baş aşağı gittiğinde ve bu kötüye gidiş süreci uzadığında karamsarlığın içinde iyimserlik tohumları yeşermeye başlar. Şimdi geldiğimiz noktada dünya ekonomisi için bu dönüş anına gelindiğini söylemek zor. Türkiye’de ise durum farklı. Bizim krizimiz daha kıdemli ve Türkiye’deki beklentiler de iyimser bir senaryoya daha hazırlıklı gibi. Eğer siyaset cephesinde yeni bir saçmalık yaşanmazsa 2002 yılına şöyle bir iyimser senaryo ile girmek mümkün gibi görünüyor:
IMF’den ve ona bağlı olarak diğer kaynaklardan 15 - 16 milyar dolar ek dış kaynak gelmesi bekleniyor. Bu kaynağın miktarı kadar kısa sürede devreye girmesi önemli. Bu sağlanırsa Hazine ve bütünüyle ekonomimiz 2002 yılını sorunsuz aşma olanağını bulabilecek.
Bankacılık sisteminin sermaye yapısını güçlendirecek adımların atılması ve sorunlu kredilerle ilgili düzenlemelerin devreye girmesi, banka sistemini yeniden reel sektörü kredilendirecek noktaya getirebilecek.
Bekleyişteki değişim TL’ye talebi artıracak ve döviz kuru üstündeki baskı kalkacak, 2002’de TL reel olarak değer kazanacak.
Reel faizler makul düzeylerde kalacak.
Hemen belirteyim ki bütün bu
<#comment>#comment>Türkiye ekonomisinin içine düştüğü çok boyutlu krizin asli sorumlularının şimdi krizi birkaç ayda çözme vaatleriyle sahneye çıkmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'teki köşesinde yer alan açıklamalara göre, Süleyman Demirel, "babalık" hakkını kullanarak krizi iki ayda çözeceğini iddia ederken biricik "kızı" Tansu Çiller de "İddia ediyorum, üç ayda ülkenin psikolojik havasını düzeltirim", demiş.
Bu açıklamaların bir dayanağı var asılında: Yaşanmakta olan krizin öncelikle psikolojik bir kriz olduğunu, halkın moralini düzeltecek bir şeyler yapılması halinde krizin kısa sürede aşılabileceğini düşünenler hiç de az değil ülkemizde. Mevcut hükümet üzerinde yoğunlaşan güvensizlik gölgesi bir yokedilebilse, halka güven veren bir hükümet kurulabilse krizin hemen geride kalacağı inancı hayli yaygın. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceği, dış koşulların da ağırlaştığı bir ortamda, istikrarsızlığı artırmadan bir hükümet değişikliğinin nasıl yapılacağı ortaya konmadığı için karamsarlık sürüyor.
Ekonomideki krizin bir hükümet değişikliğiyle, halka güven verilerek ve moral aşılanarak aşılabileceği görüşü gerçekte çok boyutlu olan ekonomik krizin tek boyutlu
<#comment>#comment>Halkımıza "en fazla güven duyduğunuz meslekleri sıralayın" dendiğinde her nedense(!) en alt sıraya hep siyasetçiler ya da milletvekilleri konuyor. Halkın benzersiz güvenine mazhar olan(!) milletvekillerimiz her şeye karşın itibarlarını koruma konusunda ise fevkalade duyarlı oluyorlar bazen. Geçen hafta Devlet Bakanı Derviş, "iyi yönetişim" konusunda bir konuşma yaparken, zor durumdaki şirketlere kredi desteği verilmesi için kendisini arayan milletvekilleri olduğunu açıklayınca, buna alınan milletvekilleri kıyameti koparmışlar. Meclis dışından ve de üstelik ülke dışından gelip Türkiye ekonomisini kurtarmaya soyunan birinin onlara "iyi yönetişim" dersi vermesi fena halde tepelerini attırmış.
Doğrusu haklılar, Derviş hiç asılsız bir suçlamada bulunmuş, düpedüz iftira etmiş(!) Sayın milletvekillerine. Ben yirmi küsur yıldır ekonomiyi izlemeye çalışırım bu ülkede, bugüne dek hiçbir milletvekilinin kredi işi için sorumlu bakana ya da kamu bankası genel müdürüne telefon ettiğini duymadım, görmedim. Böyle telefonlar gelmiş olsa bile bakanlığını bilip işin bir kolayını bulmak varken, "milletvekilleri iltimas için bana telefon ediyor" diye yakınan bakana da galiba
<#comment>#comment>Arjantin bana en çok dokunan, hüzün veren ülkelerden biridir. Cumhuriyet gazetesine dışardan yazı vererek gazeteciliğe ısındığım 1970'lerden bu yana hep acıyla karışık bir merakla izlerim, hiç görmediğim bu ülkeyi. Bunda tango kültürünün ve Güney gibi unutulmaz filmlerin de etkisi var mı bilmiyorum ama beni asıl etkileyen şey Arjantin'in ve Arjantin halkının düş kırıklıklarıyla dolu serüveni galiba.
Bir zamanlar dünyanın yedinci en gelişmiş ekonomisi iken sonra başı beladan kurtulmayan ve ancak enflasyonun 5000'lere tırmandığı bir süreci yaşadıktan sonra ekonomisine istikrar kazandıran adımları atabilen Arjantin, bugün gene derinleşen bir ekonomik krizin pençesinde. Oysa 1990'ların başında Arjantin "para kurulu" uygulamasına geçerek ekonomisini istikrara kavuşturduğunda ne kadar umutlanmıştım. Karılı - kocalı Peron efsanesinin iflası sonrasında 1970'lerde Latin Amerika'nın en gaddar askeri yönetimlerinden birinin eline düşen ve ancak İngiltere karşısındaki Falklands hezimeti sonrasında askerlerden kurtulabilen Arjantin'in ekonomide de "makus talihi"nin yeneceğini düşünmeye başlamıştım.
Arjantin deneyi gerçekten de "para kurulu" uygulamasının en başarılı