Gazetemiz Milliyet'in Sayın Aydın Doğan tarafından Sayın Korkmaz Yiğit'e satılıp daha sonra geri alınmasıyla sonuçlanan ilginç serüveni, olayın içinde yaşayan yazarlarımız farklı boyutlarıyla yansıttılar. Ben de bu önemli olayın kendi açımdan kayda değer bulduğum yönlerine değineceğim.
Önce olayların gelişimi konusunda birkaç saptama yapalım:
* Toplam portesi 1.3 milyar doları bulan bir büyük satınalma furyasının kahramanı olarak ortaya çıkan Sayın Korkmaz Yiğit hakkında birçok kimsenin kafasında soru işaretleri olmakla birlikte, kaset olayı öncesinde Sayın Yiğit, Milliyet'in yeni sahibi olarak kabul edilmiş görünüyordu. Bu sahip değişikliği nedeniyle Milliyet'ten derhal ayrılmayı düşünenler, bildiğim kadarıyla, hiç de fazla değildi.
* Kaset olayı Sayın Korkmaz hakkındaki iddialardan birini çarpıcı biçimde somutlaştırınca Milliyet'teki hava birdenbire değişti, gazetenin yazarlarının, yazı işleri kadrosunun ve gazetecilerinin önemli bir bölümünde Sayın Korkmaz'la çalışamayacakları inancı doğdu.
 
İstikrarsızlığa aşılı olmamız ve dışa açıklığımızın sınırlı kalması bizi korudu ama şimdi işler güçleşiyor
Türkiye'nin dünyayı saran ekonomik ve mali krizden o ana kadar göreceli olarak az etkilenmesinin nedenlerini bir süre önce ülkemizi ziyaret edenn Foreign Policy dergisinin editörü Moises Naim'le konuşurken Dünya Bankası'da ndanışmanlık da yapan Naim buna şunları sordu:
* Hisseleri New York borsasında işlem gören kaç Türk şirketi var?
* Şirketlerinizin dış borçları ne düzeyde?
* Şirketlerinizin iç borçlanmaları ne düzeyde?
* Şirketlerinizin ihracata bağımlılığı ne düzeyde?
Bizim büyüklerimiz de bir yıl rötarla küresel krizin önemini kavramaya başlıyor
Uluslararası Para Fonu(IMF) ve Dünya Bankası yıllık toplantıları nedeniyle ABD'da bulunan Devlet Bakanı Güneş Taner, Washington'dan ayrılmadan önce yaptığı açıklamada, "Türkiye'de kimse farkında değil ama dünya muazzam bir kriz içerisinde", demiş ve şöyle devam etmiş:
"2. Dünya Savaşı'ndan sonra ilk kez bu kadar ağır bir krizle karşı karşıyayız. Türkiye'de insanlar iç siyasetten dolayı veya başka sebeplerden ötürü bunu pek fark etmiyorlar, hissetmiyorlar. Oysa bunun izleri Türkiye'de bir iki yerde gözüküyor...Bunlara bağlı olarak biz de kendi ekonomimizde bazı önlemler almak durumundayız."(Hürriyet, 10 ekim 1998.)
Sayın Taner'in bu sözlerini okuyunca ister istemez, "akşam yemeğinden sonra günaydın" anlamına gelen İngilizce deyiş geldi aklıma. Ekonomiden sorumlu devlet bakanımız Washington'daki kasvetli havayı gördükten sonra dünyanın muazzam bir kriz içinde olduğunu keşfetmiş, henüz "bunun farkında olmayan" Türkleri uyarıyor.
Hükümet enflasyonla mücadelede kararlı olduğunu derhal gösteremezse içte ve dışta programa inanan kalmayacak.
Yılmaz hükümeti ekonomide zamanla yarışıyor. Dünya ekonomisindeki büyük çalkantı bu yarışı daha da heyecanlı hale getiriyor. Bu ortamda Türkiye ekonomisinin durumunu, güneşi perdeleyen kara bulutların giderek yoğunlaştığı bir açık denizde yol alırken aynı zamanda gemi kaptanının kendi geleceğinden emin olmadığı bir gemiye benzetmek mümkün.
Ekonomi gemisini bir kazaya belaya uğratmadan ve gemidekileri helak etmeden seçim limanına uluştırmak isteyen Yılmaz hükümeti, zamanla yarışırken ülke içindeki ve dışındaki tepkileri göz önünde bulundurmak zorunda. Günümüzde ekonomideki gidişatı gösteren verilerin yanısıra bu verilerin piyasalardaki ve kamuoyundaki algılanış biçimi de önem taşıyor ve sonuçta belirleyici olabiliyor.
Olaya bu gözlükle baktığımız zaman yılın ikinci yarısına girilirken Türkiye'de ekonominin gidişatına ilişkin olarak oluşmuş bulunan iyimserliğin büyük ölçüde kaybolduğunu, özellikle seçim
Wall Street'de karamsar "ayı"ların iyimser "boğa"lara baskın çıkmaya başlaması dünya ekonomisindeki kaygıları artırıyor
Geçen salı günü Wall Street'in son yıllardaki en kararlı "boğa"larından biri olarak bilinen, Prudential Securities'in teknik analisti Ralph Acampora televizyon kameralarının karşısına geçip, "artık ben de ayıların safına geçiyorum, Dow Jones endeksinde % 20'lere varan bir düşüş yaşanabilir", deyince New York borsasındaki düşüş birden ivme kazandı ve Dow Jones endeksi tek bir günde 300 puana yakın düşüş kaydetti. Amerikan kapitalizminin "pırlantaları" sayılan 30 büyük şirketin hisselerini içeren Dow Jones endeksi tarihindeki en yüksek üçüncü düşüşü yaşarken aylardır kafaları kurcalayan sorular bir kez daha gündeme geldi: New York borsasındaki "büyük çıkış" yerini "büyük düşüş"e bırakmak üzere miydi? Kimilerine göre 6. kimilerine göre 16. yılına giren uzun soluklu "boğalar borsası"nın sonu gelmiş miydi? Borsanın yükseleceğini savunan iyimser "boğa"ların nefesi kesilecek, düşüşü öngören "ayı"ların haklı çakacağı bir dönem mi başlayacaktı?
Son bir yılda kaydedilen 12 milyar dolarlık dış borç artışının % 93'ü özel sektör ve ticari bankalardan kaynaklandı
Ekonomi bürokrasisinin tepe noktasından özel sektöre geçen ve halen kendi danışmanlık şirketini kurmuş bulunan Zekeriya Yıldırım, geçen akşam sohbet ederken gözümden kaçmış olan önemli bir gelişmeye dikkat çekti. Mart sonu itibariyle açıklanan dış borç rakamları Türkiye'nin toplam dış borcunun 1997 martıyla 1998 martı arasında geçen bir yıllık sürede yaklaşık 12 milyar dolar arttığını ve bu artışın neredeyse tümüyle özel sektörün ve ticari bankaların dış borcundaki artıştan kaynaklandığını gösteriyordu.
Rakamlar gerçekten ilginçti. Özel sektörün ve ticari bankaların dış borcu bir yılda 11 milyar doların üzerinde bir artış kaydederken Merkez Bankası'nın ve kamu kesiminin toplam borcundaki artış yalnızca 800 milyon dolarda kalmıştı. Özel sektörün ve ticari bankaların dış borcu bir yıl içinde % 34 artarak 1998 mart ayı sonunda 44 milyar dolara yaklaşmış, aynı süre içinde Merkez Bankası ve kamu kesiminin borcu yalnızca % 1.6 artarak 50.7 milyar dolarda
Memur zammı krizi sürerken Moody's'den gelen açıklamalar, hükümetin içerde ve dışarda güven yaratamadığını gösterdi.
Dünyanın önde gelen iki "rating"(derecelendirme) kuruluşundan biri olan Moody's'in bazı yetkilileri geçen hafta İstanbul'daydı. Kentbank ile Uluslararası adlı danışmanlık kuruluşunun düzenlediği bir program çerçevesinde ülkemize gelen Moody's heyetinin, tam da "memur zammı" krizinin yaşandığı günlerde Türkiye'de bulunması belki bir raslantıydı ama iki olaydan ortak bir
mesaj çıkartmak mümkündü. Gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında hükümetin enflasyonla mücadele programını başarıyla sürdüreceğine güven duyulmuyordu. Güven yaratılmadan enflasyonla mücadelenin başarıya ulaşması ise olanaksızdı.
Bu aslında hiç de bilinmeyen bir şey değil. Enflasyonla mücadele alfabesinin birinci sayfasında, toplumsal mutabakatın(konsensüsün) önemi vurgulanır. Özellikle kronikleşmiş enflasyonla mücadelede, bu mücadeleyi yürüten hükümetin sağlayacağı toplumsal desteğin ve yaratacağı güvenin çok önemli olduğu