IMF ile yeni bir programa başlanmış olması kendi içinde bir güvence kuşkusuz ama Avrupa'da ve AB ile ilişkilerde yaşanabilecek gelişmeler, Türkiye ekonomisini olumsuz etkileyebilir. Dış basında, AB'deki olası gelişmelerden olumsuz etkilenecek ülkeler arasında birinci sıranın hep Türkiye'ye verilmesi dikkati çekiyor. Fransa'daki referandumda beklendiği gibi 'hayır'ın kazanması halinde değer kaybedecek paralar arasında da önce YTL sayılıyor. Mali piyasalara yön verenler siyasi gelişmeleri çoğu kez sığ bir analizle değerlendirip spekülatif sonuçlara sıçrayabiliyor ve buna göre bir hisseyi, bonoyu yada ülkeyi satma eğilimine girebiliyor. Bu nedenle önümüzdeki dönemde çok dikkatli olmamız ve gelişmeleri yakından izlememiz gerekiyor. Ekonomiden sorumlu bakan olarak ağır bir yükü sırtlamış bulunan Ali Babacan'ın aynı zamanda 'AB Başmüzakerecisi' olacağının açıklanması beni biraz kaygılandırdı açıkçası. AB'nin labirentlerinde yolunu bulma deneyimi fazla olmayan Babacan'ın yeni görevinde zorlanması olasılığı bir yana, Türkiye ekonomisinin uzaktan kumandayla idare edilecek noktaya geldiğini söylemek de olanaksız. Tam tersine 2005 yılı, ekonomide acil müdahale gerektiren, beklenmedik
Bunları düşünürken son günlerin bende iz bırakan haberleri geldi hatırıma: Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacak bir konferans öncesinde bu konferansın, "Türk halkını arkadan hançerlediğini" ilan eden Adalet Bakanı'nın yarattığı panik nedeniyle bu konferansın yapılamaması. Nâzım Hikmet'in şiirini okuyan bir öğrencinin salondaki kaymakamın emriyle gözaltına alınması. Ülkemizdeki yoksul insan sayısının 19.5 milyona çıkması. Vergiye tabi gelirlerin % 60'ının beyan edilmemiş olması. Bunların yaşandığı bir ülke 'Avrupalı' olabilir mi? Avrupalı olmayı gözlerinde büyütüp "Taş çatlasa bizi Avrupa'ya almazlar" nakaratını tekrarlayanlara tepki duyuyorum genelde ama bunların yaşandığı bir ülkenin Avrupa standartlarını tutturması gerçekten de zor galiba. Şampiyonlar Ligi finali sayesinde görmek fırsatını bulduğum Atatürk Olimpiyat Stadı'na doğru giderken ve maç öncesinde, stadın çevresindeki yapılaşmaya bakarken 'Avrupalı olma' çabamızı düşündüm ister istemez. Stada bakan cepheleri birbirini tekrarlayan farklı renklere boyanmış binalar, herhangi bir zevkin ürünü olamayacak, çirkin bir yapılaşma. Stada ulaşmak için yaşanan zorluklar. Hiç bir albenisi olmayan bir stad. Kendimizi dünyaya
Akbank'ın davetlisi olarak Türkiye'ye gelen ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington, dün aralarında benim de bulunduğum bir grup gazetecinin sorularını yanıtlarken, "Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) içinde yer alma olasılığının sıfıra yakın olduğunu" söyledi. "Medeniyetler çatışması" teziyle üne kavuşan Huntington'un bu konudaki fikri bu kadar net ve basitti. Türkiye'nin yıllardan beri defalarca Avrupa'nın kapısını çaldığını ve geri çevrildiğini, bu arada Türkiye'nin gerisinden gelen birçok ülkenin AB'ye kabul edildiğini hatırlatan Prof. Huntington, "Avrupa kapısında aşağılanan Türkiye artık bu hevesten vazgeçmeli ve dünyadaki yerini yeniden düşünmeli" dedi. Huntington'a göre farklı bir kültüre sahip olan Türkiye, Avrupalı değildi ve Avrupalılar'ın büyük çoğunluğu da bu nedenle Türkiye'nin AB içinde yer almasına karşıydı. ABD'nin AB üyeliği konusunda Türkiye'ye destek vermesinin tek nedeni de AB'yi zayıflatmaktı. Yaşı ilerledikçe görüşleri daha da katılaşan Huntington'u dinlerken, Türkiye'deki AB karşıtlarının kullandığı kategorik söylemle Huntington'un söylemi arasındaki şaşırtıcı benzerliği düşünmeden edemedim. Türkiye'nin AB üyeliğine çeşitli gerekçelerle karşı çıkan çok sesli
İtalyan sanayiinin genelde standart teknolojiyle üretim yapan tekstil, ayakkabı, mobilya, fayans gibi sektörlerde ve beyaz eşyada uzmanlaşmış olması ve bu sektörlerin Çin gibi rakipler karşısında rekabet gücünü kaybetmesi. İtalyan firmalarında aile şirketi modelinin geçerli olması ve bu modelin günümüzün koşullarına uyum sağlamakta zorlanması. İtalya iç pazarında rekabetin yetersiz olması ve bu nedenle şirketlerin rekabet gücünü artırmada geç kalması. Hizmet sektörünün ve özellikle sermaye piyasalarının yeterince gelişmemiş olması. Eğitim düzeyinin geri kalması ve (yandaki grafikte de görüldüğü gibi) işgücü verimliliği artışında gerilemeler yaşanması. Yabancı sermaye çekecek koşulların yaratılamaması. Bu tabloya bakarken Türkiye'yi hatırlamamak olanaksız. Biz de bir kez daha "hasta adam" durumuna düşmek istemiyorsak İtalya ile benzerliklerimizi azaltmanın çarelerini düşünmeliyiz. The Economist dergisi bu haftaki sayısında kapak konusu yaptığı İtalya'yı "Avrupa'nın gerçek hasta adamı" ilan etti. Son iki çeyrekte ekonomide küçülme yaşayan ve resesyona girdiği anlaşılan İtalya'nın dış ticareti de 15 yıldan beri ilk kez açık verdi. Bütçe açıkları da büyük olan İtalya'nın giderek
Galatasaray Fenerbahçe'yi yenerse Türkiye gelecek hafta yapılacak maçlara kilitlenecek. Dedikodular, pazarlıklar, şike iddiaları, suçlamalar ortalığı kaplayacak, göz gözü görmeyecek. Bu tartışmalar belki de haftalarca sürecek. Çin, üzerindeki baskılara dayanamayıp daha esnek bir kur rejimine geçerse, bu adım dünya ekonomisinin işleyiş biçimini ve dünya para sisteminde ağırlığı olan paralar arasındaki ilişkileri derinden etkileyebilecek. Bu nedenle gözler Çin'in üzerinde, bu yöndeki adımı ne zaman atacağı ve bunun olası sonuçları tartışılıyor. Yazının başında iki noktayı hemen belirteyim. Birincisi, Fenerbahçe - Galatasaray maçının sonucuyla Çin'in kur rejimini değiştirmesi arasında benim bildiğim gizli bir ilişki yok. İkincisi, benim amacım, ipe sapa gelmez tahminler yaparak bu alanda isim yapmış futbol ve ekonomi üstatlarıyla aşık atmak değil, ortalığı karıştıracak olasılıklara dikkat çekmek. Yazının başlığını oluşturan olasılıklar gerçekleşirse seyreyleyin siz gümbürtüyü. Çin'in bu adımı atması 1995'den bu yana korunan 1 ABD doları = 8.28 yuan paritesinin bozulması ve Çin parasının ilk aşamada değerlenmesi anlamına gelecek. Çin'in sabit kurdan daha esnek bir kur rejimine nasıl
Geçenlerde, hızlı büyüme iddiasındaki bir bankamızın yıllardır tanıdığım bir şube müdürüyle sohbet ederken, sıkıntılı hali dikkatimi çekti. Nedenini sorduğumda çalışma ortamının giderek daha fazla stres yarattığını ve üst yönetimin de buna duyarsız kaldığını anlattı. Bir şube müdürü olarak kendisinden aynı kadroyla bir sürü ek iş yapması ve daha yüksek hedefleri yakalaması isteniyor ama bunun yapılabilirliği konusunda hiç fikri alınmıyordu. Sonuçta yalnızca rakamlara bakılarak bir değerlendirme yapılıyor ve bu sonucu yaratan nedenlerle ilgilenilmiyordu. Öte yandan bankanın hızlı büyüme çabası, işe alınan personelin kalitesini düşürmüştü. Bu düzen içinde sağlıklı bir performans değerlendirmesi de yapılamıyor ve performansa endeksli ücret ayarlamaları çoğu kimseyi memnun etmiyordu. Şube müdürü dostum görüştüğü pek çok şube müdürü arkadaşının da aynı sıkıntıları duyduğunu, banka üst yönetiminin ise bu sorunu ciddiye almadığını söyledi. İş yerinde yaşanan stresin, çalışanların motivasyonunu olumsuz yönde etkilemekle kalmayıp ruhsal ve bedensel dengelerini bozabildiği ve verimliliği önemli ölçüde düşürdüğü bilinen bir olgu. Bu nedenle doğabilecek ekonomik kaybın çarpıcı boyutları
Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi 5-1 yenmesi yaklaşık 45 yıl önce oynanan ve Galatasaray'ın 5-0 galibiyetiyle biten GS- FB maçının hatırlanmasına vesile oldu. Metin Oktay hayranı bir Galatasaray taraftarı olarak, o dönemde kale arkasına kurulan geçici tribünden izlemiştim o maçı. Metin'in attığı son iki golde adeta üzerime doğru gelen topun hemen önümdeki Fenerbahçe kalesinin ağlarıyla buluştuğu anı hâlâ unutamıyorum. Gerçekten de unutulamayacak bir sevinç ve coşku anıydı o an. Bugünün ölçüleriyle cep harçlığı sayılabilecek bir para karşılığında Galatasaray'a gelen Metin Oktay'ın yıldızlaştığı dönemde futbolun bir para oyunu haline geleceğini düşünmek olanaksızdı. Bugünün dünyasında ise futbolu paradan arındırarak düşünmek giderek olanaksız hale geliyor. Çeşitli yollarla büyük para sahibi haline gelen kişilerin yeni hevesi ünlü futbol kulüplerini ele geçirmek. Güzelliğiyle ün kazanan kadınlardan, dillere destan malikanelerden, jetlerden, yatlardan, tablo ve şarap koleksiyonlarından sonra sıra futbol kulüplerine geldi. "Paramla başka ne satın alabilirim?" diye düşünme lüksüne sahip olan kişiler için, milyonlarca futbolseverin yaşamına heyecan katan bir futbol takımına sahip olmanın
Dün yazı yazmaya oturduğumda, okumakta olduğunuz bu yazıdan çok farklı bir yazı yazmayı düşündüm bir an için. Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) Türkiye'yi felakete doğru sürüklediğini, AKP hükümetinin IMF ile yeni bir anlaşma yaparak emperyalizme teslim olduğunu, halkımızı daha da yoksullaştıracak olan bu anlaşmaya mutlaka karşı çıkmak gerektiğini yazsam her halde daha çok kişinin duygu ve düşüncelerine tercüman olan bir yazı yazmış olurdum. Böyle bir yazı yazmak için IMF'ye verilen son niyet mektubunu ya da IMF İcra Kurulu'nun Türkiye ile yapılacak anlaşmayı onaylaması sonrasında IMF Başkanı'nın yaptığı açıklamayı okumaya da gerek yoktu. Ancak kötü huy kolay çıkmıyor, ben de kolay olanı gene yapamadım, oturdum IMF'ye verilen niyet mektubunu ve IMF Başkanı Rodrigo Rato'nun açıklamasını okudum ve kendime göre bir değerlendirme yazısı yazdım. Bir gün bu kısır döngüyü kırıp farklı yazılar yazacağım ama bakalım ne zaman. IMF Başkanı Rato'nun Türkiye ile ilgili olarak yaptığı açıklamada en fazla dikkati çeken şeylerden biri Türkiye'nin son üç yıldaki başarısını ifade etmek için kullandığı deyimler. Rato, Türkiye ekonomisinin son yıllardaki performansını değerlendirirken İngilizce