Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök'ün "Yıllık Değerlendirme Konuşması" ve Sayın Başbakan ile diğer bazı kimselerin bu konuşmayla ilgili değerlendirmeleri, kafamda oluşmaya başlayan zinciri tamamladı. Türkiye'nin bu ortamda, bu siyasi rejimle ve bu yönetim anlayışıyla Avrupa Birliği (AB) yolunda ilerlemesi ve sonunda AB'nin tam üyesi olması olanaksız görünmeye başladı bana. Ben hem Avrupa'daki hem de Türkiye'deki ortamı doğru değerlendiremediğim ve AB üyeliğinin Türkiye'ye yeni ufuklar açacağını düşündüğüm için AB yolunda atılan adımları destekledim, "Avrupalı olma" rüyasının gerçekleşebileceğini savundum. Şimdi yanıldığımı düşünüyorum. Yalnızca Türkiye'deki gelişmeler değil Avrupa'daki ortam da umutsuzluğa sürüklüyor beni. ABD'de icranın başı olan Başkan, her yıl, dünyanın ve ABD'nin durumunu değerlendiren ve o yıl izlenecek politikaların ana hatlarını ortaya koyan kapsamlı bir yıllık değerlendirme yapıyor, buna da "State of the Union" konuşması deniyor. Bizde başkanlık sistemi olmadığı için icranın başı Başbakan. Ancak Başbakan Erdoğan böyle kapsamlı bir yıllık değerlendirme yapmaya ya fırsat bulamıyor, ya da gerekli görmüyor bunu. Onun yerine, ABD'de Başkan Bush'un yaptığına
Dünya ekonomisinin fay hatlarında yüklü bir enerji birikimi olduğunu ve sistemdeki büyük dengesizliklerin ancak güçlü bir sarsıntıyla giderilebileceğini bu işlere ciddi biçimde kafa yoran hemen herkes biliyor aslında. Bilmesine biliyor da bu gerçeği fazla vurgulamak kimsenin işine gelmiyor çünkü finansal piyasaların bu olası sarsıntıyı bir şok yaşamadan sindirebilmesi için sarsıntının zamana yayılması isteniyor ve fay hatlarının parçalı olarak kırılması için ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Yaşanması gereken düzeltmenin bir dizi küçük sarsıntıyla atlatılması, böylelikle büyük sarsıntı olasılığının azaltılması için çaba harcanıyor. Ancak bir yandan bu küçük sarsıntılar yaşanırken büyük sarsıntıyı önleme çabalarının başarılı olup olamayacağı ve sonuçta neyin ne zaman olacağı bilinemiyor ve piyasalarda bunun tedirginliği hissediliyor. G - 7 ülkeleri maliye bakanlarının geçen haftaki toplantılarından sonra yapılan açıklamada da belirtildiği gibi, dünya ekonomisinin daha sağlıklı ve sürdürülebilir dengelere oturması için yaşanması gereken düzeltmenin iki temel ayağı var. Bunlardan birincisi, ABD'nin dev boyutlardaki bütçe açığını ve dış açığını azaltması. İkincisi, Çin'in daha
Ancak ne bu faktörlerin etkisi, ne de ekonomideki büyümenin toplumun geniş kesiminin beklentilerini yeterince karşılayamamış olması, 2001 sonrasında elde edilen başarıyı yadsımaya yöneltmemeli bizi. Krizi aşmak için doğru yola değil de yanlış yola sapsaydık bugün çok daha kötü bir noktada olabilirdik. Türkiye ekonomisi 2001 krizini izleyen üç yılda kayda değer bir büyüme kaydetti, milli gelirimiz ABD doları bazında, üç yılda ikiye katlandı. Bu çarpıcı sonucun ortaya çıkmasında (1) Kötü bir dönemin sonunda yaşanan 2001 krizinin Türkiyenin GSYİHsını çok düşürmüş olmasının ve (2) ABD doları değer kaybederken 2001 krizinde yaşanan kur depremi sonrasında TLnin değer kazanmaya başlamasının da payı var kuşkusuz. Türkiye son üç yılda (1) Krizden çıkış için doğru yolu seçtiği, (2) 2002 genel seçimiyle siyasi istikrara kavuştuğu, (3) Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme yolunda önemli adımlar atabildiği, (4) İçerde ve dışarda Türkiyeye güveni artırarak ülkeye dış kaynak girişini hızlandırabildiği ve (5) Türk özel sektörünün yatırım iştahını kamçılayabildiği için göreceli bir başarı elde etti ekonomide.Şimdi gelinen noktada önemli olan, bu başarıyı devam ettirerek ekonomideki gelişmenin tabana
Kraliçe Elizabethin taç giyişinin 50. yılı nedeniyle düzenlenen törenler sırasında gene Londradaydım ve İngilterenin dört bir yanından Londraya akan yüz binlerce kişinin Kraliçenin sarayını kuşatan parklara, sokaklara yayılıp bu nasıl kutladıklarını gördüm.ABD ve İngilterenin Iraka saldırmasından önce Londrada düzenlenen "Savaşa hayır" mitingine katılan yüz binlerce kişinin yollardaki ve Hyde Parktaki görkemli protesto gösterisi hâlâ gözümün önünde.Ve bu kez dünyanın dört bir yanından gelen milyonlarca kişiyi Romada bir araya getiren Papa 2. Jean Paulün cenazesi kalkarken ben gene Londradayım ve bu olayı İngiliz medyasındaki yansımalarıyla izliyorum.Kitleleri çok farklı nedenlerle sokağa döken bu olaylar arasında bir bağlantı kurmak doğru mu bilmiyorum ama sanki ortak bir özelliği var bu kitlesel olayların. Modern yaşamın birbirinden kopardığı insanlar, siyasi partilerin eski heyecanı yaratamadığı bir dünyada, kitlesel olarak bir araya gelip bir duygu paylaşımı yaşama özlemini gidermek için bir vesile arıyorlar. Ulusal ya da küresel boyutta ilgi çekecek, televizyonlarda geniş yer alacak bir vesile bulunca da bu olayın bir parçası olmak için yollara, sokaklara dökülüyorlar.
Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası geçen hafta yayınladıkları raporlarda, dünya ekonomisinde ve uluslararası mali sistemde yaşanabilecek gelişmelerle ilgili ciddi uyarı mesajları verdi. Her iki kuruluş da, dünya ekonomisiyle ilgili olumlu gelişmelerin ve iyi haberlerin birbirini izlediği bir dönemden geçildiğini, ancak önümüzdeki dönemde gözardı edilemeyecek risklerin gündeme gelebileceğini vurguladı. Binlerce yatırımcının ve fon yöneticisinin daha çok günlük işlemlere ve anlık fiyat hareketlerine odaklandığı bir dünyada bu tür uyarıların ne kadar dikkatle izlendiğini bilmiyorum ama ben, günlük işlemlerle fazla ilgilenmeyen biri olarak, IMF ve Dünya Bankasının uyarılarının ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. İlk uyarı IMFden geldi. IMFnin yılda iki kez yayınlanan Küresel Finansal İstikrar Raporunda (Global Financial Stability Report), geçen altı ayda faizlerin ve kredi risklerinin düşük kalmasının uluslararası mali sistemi güçlendirdiği ancak önümüzdeki dönemde tatsız sürprizlerin ve düş kırıklıklarının yaşanabileceği uyarısı yapılıyor. IMFnin raporunda, dikkate alınması gereken riskler sayılırken birinci öncelik ABDnin büyüyen cari açığına veriliyor ve Asya
AKP hükümetinin ilk iki yılında Türkiyeyi AB ile bütünleştirme hedefine odaklanmasını olumlu karşılayanlar arasında ben de vardım. Bunun bir nedeni, AB ile bütünleşmenin ve AB içinde yer almanın Türkiye için en iyi seçenek olduğunu düşünmemdi. Diğer nedeni ise hükümetin, bu hedefe alternatif olarak özgün bir plan ya da hedef ortaya koyabileceğine pek inanmamamdı. Ayrıca, Avrupanın büyük düşünerek Türkiyeyi içine alma ve küresel düzenin geleceğinde söz sahibi olma iradesini ortaya koyabileceğini varsaymıştım. Bugün gelinen noktada AKP ile ilgili olarak yapmış olduğum değerlendirmenin pek de yanlış çıkmadığını, AKP hükümetinin ABden tam üyelik müzakereleri için tarih alma hedefinin ötesinde, Türkiyene yön gösterecek ya da ufuk açacak bir hedef ortaya koyamadığını söyleyebilirim. Ancak Avrupa ile ilgili olarak yapmış olduğum varsayımların pek de doğru çıkmadığı ortada. Bugün Avrupada büyük düşünerek Türkiye ile bütünleşmeyi içine sindirenlerin değil; Türkiye ile ilgili hazımsızlığı bir bahane olarak kullanıp ABnin kendi geleceğini tehlikeye atmaya hazırlananların sesi daha çok duyuluyor.Şu anda ABnin geleceğini belirleyecek en önemli gündem maddesi, genişlemiş ABnin düzenini
Amerikanın kapsamlı bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek için Ortadoğuda bulunduğuna kâni. Bu nedenle de ABDnin bölgedeki planlarına uyum sağlayamayan her ülkenin tehdit altında kalabileceğini düşünüyor. "Türkiye için de böyle bir tehdit söz konusu mu?" sorusuna da şöyle cevap veriyor: "Maalesef evet. Bu nedenle çok dikkatli olmak zorundayız."İkinci kuşak holding patronunun saptaması önemli. ABDnin, daha doğrusu Bush yönetiminin ruh halini ve tavrını şimdi daha da dikkatle izlemek gerekiyor. ABD seçmeninden taze destek alarak ikinci dönemine başlayan Başkan Bush şimdi çok daha kendinden emin, dönüştürücü misyonuna inanmış bir başkan görünümünde. Ukraynadaki, Kırgızistandaki, Lübnandaki kitlesel patlamalar da Bushu çok cesaretlendirdi. Kimi Bush muhaliflerinin bile, bence sığ değerlendirmelerle, "meğerse Bush haklıymış" deme noktasına geldiği ortamda Başkan Bush iyice havaya girdi; sürekli olarak vurguladığı "demokrasi ve özgürlük" temasının birçok ülkede tiranlığın sonunu getireceğine ve küresel düzenin ABDnin istediği gibi yeniden biçimleneceğine iyice inandı. Önde gelen bir holdingimizin ikinci kuşağı temsil eden genç patronu Türkiye - ABD ilişkilerinin geleceği konusunda
Yazının başlığını okuyup telaşa kapılan (ya da kapılmayan) okurları rahatlatmak için bir gerçeği hemen açıklayayım: "Türkiyede beş kişiden üçünün ruh sağlığı bozuk" saptaması hiç bir bilimsel temele, ankete, araştırmaya falan dayanmıyor. Bu benim, farklı ortamlarda karşılaştığım insanların tepki ve yakınmalarından esinlenerek uydurduğum bir oran. Son zamanlarda Türkiyede adından söz ettirmek isteyen kimi kişi ve kurumlar, "bilimsel araştırma" başlığı altında öyle uydurmasyon rakamlar ortaya atıp öyle üst perdeden ahkâm kesiyorlar ki ben de kişisel izlenimlerimi kafadan rakama çevirip ilgi çekici hale getirivereyim dedim. Aslında toplumsal ruh sağlığımızda ciddi bir bozulma olduğunu düşünüyordum son dönemde ve bu ortamda yazı yazmaya devam etmenin anlamlı olup olmadığını daha sık sormaya başlamıştım kendime. Önceki gün "Türkiyede her 5 kişiden birinin ruh sağlığı bozuk" başlıklı haberi okuyunca "tamam" dedim, "Ben de kendi rakamımı üretebilirim bu konuda ve onun üzerine ahkâm kesebilirim". Ancak buna kalkışmadan önce, Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Arif Verimlinin Vatan gazetesinde yer alan bulgularından bazılarını aktarayım. Türkiyede nüfusun yüzde 20si