2002 yılında İspanyol Parlamentosu siyasal partilerle ilgili bir yasa kabul etti. Yasa, demokrasi ve anayasal değerlere açıkça aykırı düşen eylemlerin odak noktası olan siyasal partilerin kapatılabileceğini öngörüyor. 2003 yılında, Bask bölgesinde faaliyet gösteren Herri Batasuna partisi bu yasa gereğince Yüksek Mahkeme tarafından kapatılıyor.
Kapatma gerekçeleri arasında, Herri Batasuna Partisi’nin, terör örgütü ETA ve onun alt kuruluşlarıyla organik bağı bulunduğu, değişik tarihlerde gerçekleştirilen terör eylemlerini kınamaktan kaçındığı, parti sözcüsünün “yasal olan ya da olmayan her yoldan mücadelemizi sürdüreceğiz” gibi beyanları, terörizmi destekleyen afişler asmaları, halkı devlete karşı mücadele etmeye tahrik etmeleri gibi gerekçeler var.
Yüksek Mahkeme kararı Anayasa Mahkemesi tarafından onanıyor. Anayasa Mahkemesi kararında, “bir siyasal partinin terörist saldırıları kınamaktan kaçınmasının bazı durumlarda terörizmi zımnen desteklemesi” anlamına geldiğini belirtiyor.
Her
26 Haziran’ı 27 Haziran’a bağlayan gece yarısı Türkiye uyurken hükümet uyumadı ve Ceza Muhakemesi Yasası’nda (CMK) iki önemli değişiklik yaptı.
CMK’nın 3’üncü maddesinde yapılan değişiklikle, sivillerin barış zamanında Askeri Ceza Kanunu’na giren bir suç işleseler bile sivil mahkemelerde yargılanmaları sağlandı.
CMK 250/3’üncü maddesinde yapılan değişiklikle ise savaş ve sıkıyönetim dışında, ağır ceza mahkemelerinin yetkisine giren bazı suçları işleyen asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmaları öngörüldü.
Bu değişikliklere gerekçe olarak AİHM kararları gösteriliyor. O nedenle AİHM kararlarına biraz yakından bakmakta yarar var.
Bir kere belirtmek gerekir ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) taraf devletlerin, Hollanda gibi bazı istisnalar dışında, hemen hepsinde askeri yargı var. Devletler askeri mahkemeleri, trafik mahkemeleri, çocuk mahkemeleri gibi uzmanlık isteyen özel mahkemeler olarak görüyorlar.
Askeri kişiler AİHM’nin koruması dışında olmadığı gibi askeri mahkemeler de AİHS
İran devrimi 20. Yüzyıl’ın en önemli halk hareketlerinden biri. Halkın ayaklanması, sadece halka yabancı, baskıcı, anti-demokratik, her bakımdan çürümüş bir rejime karşı değildi. Aynı zamanda Şah’ın, Batılılaşma siyasetinin reddi, sosyal adalet sağlama ve İslami bir kimlik arama amaçları da vardı.
Ne var ki, Humeyni’nin kurduğu İran İslam Cumhuriyeti de kısa zamanda otoriter, baskıcı, muhalefete izin vermeyen, insan hakları ve demokrasiye yer bırakmayan bir din devletine dönüştü. Şah’ın seküler otoriterliği devrimden sonra dinsel otoriterliğe dönüştü. Humeyni’nin talimatıyla devletin yeni adında ya da anayasada “demokrasi” sözcüğünün kullanılması yasaklandı. Demokrasi, Batı’ya ait bir kavramdı.
İktidar böyle paylaşıldı
Humeyni’nin öğretisi uyarınca, İran’ın yönetimine Şii din adamları egemen oldu. Onları “bazaari” denen esnaf ve tüccar ile kırsal alandan kente göç eden yoksul halk destekliyordu. Alt orta sınıflardan gelip üniversite diploması olanlar bürokrasinin üst
Hapis cezalarının infazının hastalık nedeniyle ertelenmesi Türk yargısının yakından bildiği bir konu. Örneğin, geçen yıllarda aşırı sol örgüt üyesi mahkûmlar F tipi cezaevlerini protesto etmek için uzun süren açlık grevleri yaptılar.
Bunun sonucunda bellek kaybına, beden işlevlerinde düzensizliğe yol açan ve tedavi edilmezse ölümle sonuçlanan Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalandılar. Verilen doktor raporları cezaevi koşullarının bu hastalıkla bağdaşmadığını, iyileşmeleri için ailelerinin yanında tedavi görmelerini belirtti. Bunun üzerine cezalarının infazı ertelendi ve serbest bırakıldılar. Yargı organları bu olaylarda doğru karar verdiler.
Açlık grevi yapan mahkûmların salıverilmeleri ile eski Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Yurtkuran’ın tahliye taleplerinin reddini karşılaştırırsak şunları görüyoruz:
Açlık grevi yapan mahkûmlar, tek bir doktor raporuyla salıverildiler. Oysa, Prof. Yurtkuran’a 4 Mayıs’ta kanser hastası olduğu için radyoterapi görmesi gerektiğini belirten bir rapor
“Ergenekon davası” ile ilgili tutuklamalarda, tutukluların sağlık sorunları başlı başına bir sorun olmaya devam ediyor. Kuddusi Okkır’ın tedavisindeki ihmaller nedeniyle ölüp ölmediği konusu AİHM’de.
Birçok tutuklu benzer sorunlarla karşı karşıya. O nedenle, AİHM kararlarının bu konuda ne gibi ilkeler içerdiğine göz atmak yararlı olabilir.
AİHM’in pek çok kararında belirttiği gibi, bireylerin tutukluluk koşulları insan haysiyetine uygun olmalı. Tutuklu olmanın kaçınılmaz bir biçimde yol açtığı güçlüklerin ötesinde güçlükler ya da acılar getirmemeli. Bu çerçevede devletin, kendi gözetimindeki kişilerin sağlığını korumak konusunda bir pozitif yükümlülüğü var. Devlet bu kişilerin sağlığı ile ilgili önlemleri almakla, gereken tedaviyi ve ilaçları sağlamakla yükümlü. Devletin bu yükümlülüklerini yerine getirmemesi Sözleşme’nin işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesinin ihlaline yol açıyor.
Dikkate alınan ögeler
Yaşlı,
Avrupa Parlamentosu seçimleri Avrupa’da sağın yükselişini, solun gerilemesini ortaya koydu. Avusturya, Hollanda, İngiltere, Macaristan gibi ülkelerde aşırı sağ partiler oylarını artırıp Avrupa Parlamentosu’nda temsil hakkını kazandılar.
En büyük grubu oluşturan Hıristiyan demokrat partiler ise, aşırı sağ seçmenlerin oylarına göz diktiklerinden söylemleri pek farklı değil. Türkiye karşıtlığının bu partilerin seçim kampanyalarında önemli bir yer tutmasının nedeni de bu.
Avrupa Parlamentosu seçimleri, kültürel etkenlere dayanan yeni ırkçılığın Avrupa’da giderek yaygınlaştığının bir göstergesi. Yeni ırkçılık özellikle gençler, işsizler arasında belirgin. Irkçılığın Avrupa’da derin kökenleri var. Ancak yeni ırkçılığın hedefi göçmenler. Afrikalılar, Araplar, Türkler, Müslümanlar. Yahudi düşmanlığında da artış var.
Irkçı akımlar, bu yabancı unsurların ulusal kimliğe yönelik tehditlerine karşı bir korunma tepkisi olarak meşru gösterilmek isteniyor.
Göçmenlerin işlerini
AİHM’nin aile içi şiddetle ilgili Opuz/Türkiye kararından sonra Sayın Başbakan NTV’ye verdiği mülakatta, “Tekil bir olayı kalkıp da Türkiye geneline fatura etmek çok ciddi bir yanlış. Bu tekil olayların hepsi kendilerinde var. Sanki Türkiye’nin her yerinde bu tür şeyler oluyormuş gibi bunu değerlendirmek çok yanlış bir şey” dedi
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Sayın Gürdal Akşit, “Bir tek talihsiz olaya göre değerlendirip ceza öngörmek Türkiye’ye haksızlık. Karar düzeltilmeli” şeklinde konuştu.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Selma Aliye Kavaf, bütün dünyada kadınların dövüldüğünü, bunun bir “aile içi mesele” olduğunu belirtti.
Mahkeme davaya bakar
Siyasetçilerin AİHM’nin teknik yönlerini bilmemeleri anlaşılabilir. Hatta kararı okumadan kararla ilgili konuşmaları da kabul edilebilir. Ancak yukarıdaki söylemler, kadına karşı şiddet konusuna ve AİHM’ye belirli bir bakış açısı sergilediğinden üzerinde durulması gerekir.
Her
Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi (CEDAW), kadına karşı şiddeti kadının hak ve özgürlüklerden erkekle eşit biçimde yararlanmasını önleyen bir tür ayrımcılık olarak nitelendirir. Kadına karşı şiddetin önlenmesi devletin görevi. Türkiye CEDAW’a 1986 yılında taraf oldu.
1998 yılında Türkiye, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasa’yı yürürlüğe koydu. Bütün bunlara karşın, Türkiye’de kadına karşı şiddet yoğun bir biçimde sürüyor.
2009 Ocak ayında yayımlanan, Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nce yapılan kamuoyu araştırmasına göre, Türkiye’de eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı yüzde 39. Bunun yüzde 15’i cinsel şiddet. Her 10 kadından biri gebeliği süresince şiddete maruz kaldığını söylüyor. Yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı ise yüzde 48.5. Hiç eğitimi olmayan ya da ilkokulu bitirmemiş kadınların yaşadığı fiziksel ya da cinsel şiddet yüzde 56 oranında iken, bu oran lise