İnsan hakları, her insanın doğuştan sahip olduğu haklar. Evrensel nitelikte... O nedenle ülkeye değil, bireye bağlı. Birey hangi ülkede olursa olsun aynı haklara sahip. Dolayısıyla, devletin insan haklarını koruma görevi kendi vatandaşlarıyla sınırlı değil; vatandaşı olsun olmasın, yetki alanı içindeki bütün bireylerin hak ve özgürlüklerini korumakla yükümlü. Nasıl ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesi, sözleşmeye taraf devletlerin yetki alanları içindeki herkese sözleşmede tanımlanan hak ve özgürlükleri sağlamakla yükümlü olduğunu öngörürken vatandaşlık bağı kurmaz.
Uluslararası eleştiri
Türkiye’nin insan hakları alanındaki kronik sorunlarından biri, Türkiye’ye gelen sığınmacıların haklarının korunması. Türkiye’nin bu insanların haklarını korumada yetersiz kalması uluslararası alanda eleştiriliyor. Bu eleştirileri, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’yle ilgili 2008 İlerleme Raporu’nda ve Uluslararası Af Örgütü’nün Nisan 2009’da yayımladığı raporda
Şiddeti seven bir toplumuz. Şiddet gündelik yaşamımızın bir parçası. Sorunlarımızı şiddete başvurarak çözmeye çalışıyoruz. O yüzden de çözemiyoruz. Şiddet yeni sorunlar doğuruyor.
Her düzeyde, her türlü ilişkide, şiddetin yansımalarını görüyoruz. Bireyler arasındaki ilişkilerde, aile içinde, kadına karşı, çocuğa karşı, hayvanlara karşı, sportif ilişkilerde, trafikte, her yerde. Şiddeti uygulayanlar sadece bireyler değil. Bir de devletin uyguladığı şiddet var. Türkiye’de iskence, kötü muamele bir türlü önlenemiyor. Sabaha karşı gerçekleştirilen Ergenekon gözaltıları, bir yığın masum insanın günlerce gözaltında tutulduktan sonra sorgulanıp serbest bırakılması ya da yıllarca tutuklu kalmaları, özel yaşamlara yapılan yasadışı müdahaleler, özel konutları, işyerlerini, savaş alanına çeviren aramalar, şiddet değil de nedir?
Şiddetin iki yönü
Şiddete başvurmanın en aşırı örneğini önceki gece Mardin Mazı Dağı’nın Bilge köyündeki nişan evine yapılan saldırıda, 45 kişinin
İşçiler, 31 yıllık bir uğraş sonucunda, 1 Mayıs 2009 tarihinde, Taksim Meydanı’na girdiler. Bütün yurt mutluluğa boğuldu. Oysa Taksim Meydanı’na işçilerden başka herkes giriyor. Her türlü tören burada yapılıyor. Bundan kısa bir süre önce polisler geçit resmi düzenlediler. Bir kamu düzeni kaygısı varsa, güvenlik güçlerinin görevi gerekli önlemleri almak. Kaldı ki, aynı kamu düzeni kaygıları kentin başka meydanları için de geçerli.
Bu yıl işçilerin Taksim Meydanı’nda toplanmalarının başka bir anlamı vardı. Ekonomik krizden en fazla zarar gören işçiler. İşten çıkarmalar büyük rakamlara ulaştı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 16 dolayında. Yaklaşık dört milyon kişi işsiz. Bunun 530 binini son bir yılda işine son verilenler oluşturuyor. Böyle bir ortamda Taksim’de toplanmak isteyen işçinin, yoksulun, kamu çalışanlarının, işsiz gençlerin, kadınların amacı elbette hükümetin politikalarını eleştirmek,
Avrupa Birliği’nin yargı organı olan Avrupa Adalet Divanı (AAD) Apostolides/Orams kararını açıkladı. Dava konusu, İngiliz uyruklu Orams çiftinin emekliliklerini geçirmek uzere Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974 öncesinde bir Ruma ait olan bir taşınmazı KKTC’li üçüncü bir kişiden satın alarak iki katlı beyaz bir villa yapmalarından kaynaklanıyor.
Taşınmazın eski maliki Apostolides, Orams’a karşı Rum kesimindeki mahkemede dava açıyor. Rum mahkemesi 2004 yılında verdiği kararda, Orams’ın evi boşaltmasını ve tazminat ödemesini öngörüyor. Orams’ın temyiz başvurusu reddediliyor. Bundan sonra Apostolides, kararın uygulanması için İngiliz Mahkemesi’nde dava açıyor. Davayı kaybediyor. İngiliz Temyiz Mahkemesi’ne başvuruyor.
Temyiz mahkemesi sorunu AAD’ye havale ediyor ve iki soru soruyor: a) Kıbrıs Rum Yönetimi AB’ye üye olurken yapılan üyelik anlaşmasında AB hukukunun Kuzey Kıbrıs’ta uygulanması askıya alınmıştı. AB hukukunun KKTC’de uygulanmaması ve Rum Yönetimi’nin adanın kuzeyinde kontrol yetkisine sahip
Siyasette “güç” kavramı, başkalarının davranışlarını etkileyerek onlara istediğinizi yaptırmak yeteneği olarak tanımlanıyor. Askeri ve ekonomik güce sahip olan bir devletin başka devletlerin tutumlarını etkileyebildiği biliniyor.
1990’larda Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Joseph Nye, yazdığı yazılarla yeni bir güç kaynağına işaret etti ve buna “yumuşak güç” adı verdi. Yumuşak güç, sert gücün kullandığı baskı yöntemlerini kullanmıyor. Yumuşak güç, bir toplumun kültüründen, devletin iç ve dış siyasetinin dayandığı moral değerlerden, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti gibi değerlerin toplum ve devletçe özümsenmesinden oluşuyor. Bu nedenlerle o toplum ve devlet, başkalarına çekici geliyor. Bu çekicilik başka devletleri ikna etme yeteneğini sağlıyor. İstediğini sert güç kullanmadan yaptırma olanağını veriyor.
Bilgi ve iletişimin rolü
Günümüzdeki teknolojik gelişmeler, küreselleşme, bilgi çağı yumuşak gücün önemini artırdı. Bilgi ve
Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ 14 Nisan günü Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada önemli bazı konulara ilişkin görüşlerini belirtti. Bence çok iyi yaptı. Böylelikle, belirttiği görüşlerin tartışılması olanağını yarattı.
Sayın Başbuğ’un değindiği konulardan biri vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik. Konuşmasında, bu kavram, “Irk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı ‘Türk’ saymaktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır” şeklinde tanımlanıyor.
Konuşmanın başka bir yerinde, üst kimlik ile alt kimlik ilişkisi açıklanıyor. “Çağdaş demokratik toplumlarda üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikincil kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan, kültürel ikincil kimliklerin bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.”
Kimlikler değişken
Günümüzde kimlik
Ergenekon’un son dalgası insancıl ve hukuksal yıkıma yol açtı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin banka hesapları bloke edildiğinden 5.500 öğrencinin burs ödemeleri yapılamadı. Bu sayı giderek artacak.
Ekonomik güçlükler içindeki çocuklara eğitim vermek için kurulan derneğin yöneticileri gözaltına alındı. Hepsi son derece değerli, mesleklerinde çok başarılı bilim insanları, yöneticiler. Yaşamlarını, çocukların eğitimi gibi yüce bir amaca adamışlar. Toplum bu kişilere teşekkür borçlu. Oysa, birer “şüpheli” olarak gözaltına alındılar.
Öte yandan, Prof. Mehmet Haberal’ın hastaları hastanede umutsuz bir bekleyiş içinde. Prof. Haberal, hasta organlarının yerine sağlam organlar koyarsa yeni bir hayata kavuşacaklar. Kara saçlı, zeytin gözlü, küçük güzel bir kız, “İyileşip okuluma dönmek istiyorum. Bana söz vermişti, neden doktorum gelmiyor?” diye soruyor.
Arama izni açık olmalı
AİHM arama konusunda çok sıkı standartlar öngörüyor.
Prof. Türkân Saylan Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli bilim insanlarından. Aynı zamanda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı. 50 bin öğrenciye burs veriyor. 36 bini kız. Prof. Saylan, ilerlemiş bir kanser hastası. Polis evine girip 7 saat arama yapıyor. Kitaplarını, CD’lerini götürüyor.
Aynı gün ÇYDD yöneticileri, üniversite rektörleri gözaltına alınıyor. “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen de gözaltına alınanlar arasında.
Gerek gözaltı, gerek arama ve el koymada söz konusu olan, masum insanların özgürlüğünün sınırlanması, özel yaşama, konut dokunulmazlığına müdahale edilmesi. O nedenle, AİHM de, Türk yasaları da bu tür müdahalelerin ancak yargıç kararıyla ve belirli koşullar altında yapılabileceğini öngörüyor.
Her şeyden önce suç işlendiğine ilişkin belirli bir yoğunlukta bir kuşku bulunması gerekiyor. Ceza Muhakemesi Yasası, aramada “makul şüphe”, gözaltı için ise “kişinin bir suçu