Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev Ankara ziyareti sırasında, Türk-Rus ilişkilerini “Sadece sözde değil, gerçekte de stratejik bir ortaklık” olarak nitelendirdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, hızla gelişen bu çok yönlü ilişkilerin “stratejik bir boyutunun bulunduğunu” belirtti.
Türkiye’nin ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleriyle bağlarının gerçekten “stratejik” olup olmadığı konusunun sorgulandığı bir ortamda, Türk-Rus ilişkileri için bu sıfatı kullanmak ne kadar doğrudur?
Bu ifadeyi dile getirmek için henüz zaman erken sayılabilir; ancak oluşmakta olan yeni ortaklığın o noktaya doğru gelişmekte olduğu açık. Medvedev’in ziyaretinde 17 anlaşmanın imzalanmış olması, bunun canlı bir göstergesi. Bunların arasında gerçekten “stratejik” bir nitelik taşıyan bir anlaşma var ki, o da nükleer santralın kurulmasıyla ilgili mutabakattır.
Bu anlaşmanın başlıca özelliği, hükümetler arası düzeyde gerçekleşmiş olması, dolayısıyla Türk hükümetinin ülkemizdeki ilk nükleer tesisin kurulması ve işletilmesi işini Rusya’ya vermeyi tercih etmesidir.
Diğer bir özellik de, Akkuyu’da kurulacak olan 4 reaktörün sahibinin de bir Rus şirketi olması ve onun ileride bazı Türk şirketlerinin de
Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, bir vizyon ve barış adamı, ayrıca bir Türk dostu olarak tanınıyor.
İstanbul dün bu 78 yaşındaki seçkin devlet adamını onore eden bir törene sahne oldu. Galatasaray Üniversitesi, kendisine uluslararası alandaki faaliyeti ve dünya barışına katkıları için, fahri doktora payesini verdi.
Chirac hararetle övdüğü Galatasaray Üniversitesi’nden böyle bir unvan almaktan duyduğu heyecanı ve gururu dile getirirken, Türk-Fransız diyaloğunun devamının önemine işaret etti ve bir “kader topluluğu”ndan söz ederek, bunun mutlaka yaşatılması gerektiğini vurguladı.
Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’nin AB üyeliğini savunan Jacques Chirac Türkiye ile Fransa’nın birbirini daha iyi tanıması ve anlaması gereğini belirtti ve bu bağlamda Fransa’da düzenlenen “Türkiye Mevsimi”nin bu yönde önemli bir katkıda bulunduğunu söyledi.
Törene katılan kalabalık bir dinleyici grubunun Chirac’ı hararetle ayakta alkışlaması, eski Fransız Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’de hâlâ unutulmadığını ve sevildiğini ortaya koydu.
Avrupa ekseni
Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in bugün başlayacak olan Ankara ziyareti, son zamanlarda yoğunlaşan üst düzey ziyaret trafiğinin yeni bir halkasını oluşturuyor.
Cumhurbaşkanları ve başbakanlar düzeyinde özellikle son birkaç yıl içinde yapılan her ziyaret, bir dizi anlaşmanın imzalanmasına, iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliğinin pekişmesine yol açmıştır.
Öylesine müsait bir ortamda gerçekleşecek olan Medvedev’in iki günlük Ankara gezisinin, bu ilişkileri daha da ileriye, gerçek bir “stratejik ortaklık” noktasına doğru götürmesi bekleniyor.
Bunun sıradan bir dostluk ziyaretinin ötesinde, verimli bir “iş gezisi” olacağı açık. Bunun için, iki tarafta da haftalardan beri yapılan hazırlıklara bakmak yeterli.
Ankara’daki görüşmelerden çeşitli alanlarda bazı somut sonuçların çıkması bekleniyor.
Ekonomik konular, Türk-Rus yakınlaşmasının adeta motoru olmuş, bu alanda son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Medvedev’in ziyareti özellikle enerji alanında yeni projelerin daha somutlaşmasına veya finalize edilmesine vesile olacaktır. Ancak açıkçası halkı en yakından ilgilendiren konu öteden beri konuşulan “vize sorunu”dur. Anlaşılan sınırlı bir süre için (30 gün gibi)
İngiltere’deki seçimlerden çıkan sonucu tek kelimeyle şöyle ifade edebiliriz: Belirsizlik. Gerçi Muhafazakâr Parti, rakibi İşçi Partisi’nin bir hayli önüne geçerek birinci parti durumuna geldi; ama lideri David Cameron hükümeti kurma şansını garantileyemedi... İşçi Partisi çok kan kaybetti; ancak lideri Gordon Brown’ın bir koalisyon kurup iktidarda kalması olasılığı yok değil... Liberal Demokrat Parti, tahminlerin aksine, güçleneceğine, zayıfladı; fakat lideri Nick Clegg herhangi bir koalisyonda yer alabilecek bir “joker” durumunda...
Yasalara göre şimdi yeni hükümeti kurmak konusunda “öncelik hakkı” Brown’undur. Bu ancak Clegg ile anlaşılırsa olur. Ama Clegg’in bunu ne kadar istediği belli değil.
Aslında kazandığı oy oranına göre hükümet kurmak konusunda “siyasi hak” Cameron’undur. Bu da ancak kendisinin Clegg ile anlaşmasıyla mümkün. İki parti arasındaki fikir ayrılıkları hesaba katılırsa, bu kolay olacak bir şey değil.
Tabii başka senaryolar da var; ama onlar daha kötü. Brown veya Cameron koalisyon kuramazsa iki ihtimal var. Ya azınlık hükümeti (zayıf olasılık) ya da erken seçim... İngiltere’nin halen geçirmekte olduğu ekonomik kriz ortamında, iki olasılık da birbirinden
Olay bütün sınırları aştı: Atina’daki gösteriler kanlı bir isyana dönüştü... Yunan krizi bir virüs gibi yayılmaya ve Avrupa ülkelerini tehdit etmeye, hatta dünya piyasalarını da sarsmaya başladı...
Bu artık bir “Yunan sorunu” olmaktan çıktı, bir “AB sorunu” (hatta bir “dünya sorunu”) olmaya yüz tuttu...
Uluslararası topluluk geç farkına vardı ama, sonunda AB ve IMF Yunanlılara 110 milyar euro’luk bir cankurtaran simidi atmaya karar verdi.
Yunanistan bununla kurtulabilecek mi?
Bu, Yunanistan’ın kendini kurtarmak için nasıl davranacağına bağlı. Papandreu yönetiminin aldığı borç, ülkenin birikmiş toplam borçlarının üçte biri. Yunan hükümetinin bu destek paketini iyi kullanması, Yunan halkının da eski rahat yaşam tarzını bırakıp kemerlerini sıkması gerek.
Acı ilaç
Artık askeri alanda bile sır diye bir şey kalmıyor... İşte son örneği: ABD Savunma Bakanlığı halen Amerika’nın elinde tam 5.113 nükleer başlık bulunduğunu açıkladı.
Obama yönetimi, askeri sırlarla ilgili eski bir tabuyu yıkarken, ABD’nin nükleer silahsızlanmaya verdiği önemi göstermeyi amaçlıyor.
Nitekim Pentagon çevreleri bu alanda nereden nereye gelindiğini anlatırken, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin elinde 31.000 atom bombası bulunduğunu anımsatıyorlar.
30 binden 5 bine düşüş, büyük bir gelişme. Ne var ki, ikinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan iki adet atom bombasının Japonya’yı ne hale getirdiği hatırlanınca, 5 bin küsur bombanın varlığı gerçekten çok ürkütücü oluyor.
Kaldı ki, nükleer silahlara sahip olan sadece ABD değil. Tahminlere göre Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin ile birlikte (onlar hiç “sır” vermiyorlar) “Beş Büyükler”in elinde halen 31 atom silahı var!
“Beş Büyükler”in dışında atom bombasına sahip başka ülkeler de mevcut: Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail...
Onu Dr. Henry Kissinger’a benzetenler var. Kimileri onun için “yorulmayan, uyumayan adam” diyor. Birçok yabancı liderlere göre ise o uluslararası sahnede günümüzün en parlayan isimlerinden biri...
Prof. Ahmet Davutoğlu, görevinde henüz birinci yılını dolduran bir Dışişleri Bakanı olarak kendisine böyle sıfatların yakıştırılmasından ne kadar övünse azdır.
Bir akademisyen ve fikir adamı olarak Başbakan’ın dış politika danışmanlığını yapan Davutoğlu, Bakan olarak birtakım isabetli ve cesur hamlelere imzasını atarken ölçülü ve dengeli davranmaya özen göstermiş, başkalarının ateşli söylemlerinin yarattığı sarsıntılar karşısında balans ayarı yapmasını da bilmiştir...
Kısacası Davutoğlu bakanlık koltuğunda birinci yılında başarılı bir sınav vermiş, bu performansı da geniş takdir toplamıştır. Ancak bu tabii bazı konularda hata yapmadığı veya bazen düş kırıklığı yaratmadığı anlamına da gelmiyor.
Yeni kavramlar
Böyle kısa bir yazıda, bir yıllık icraatın bilançosunu çıkarmak çok zor. Ama özetle Davutoğlu’nun getirdiği yeni fikirlerin ve uygulamaların ışığında, şu sonuçları çıkarmamız mümkün:
Son zamanlarda seçim kampanyalarında “değişim” lafı çok tutan bir slogan haline geldi. Özellikle ABD’de Barack Obama’nın bu slogan sayesindeki başarısından sonra, birçok ülkede politikacılar seçim kampanyalarında sık sık bu sözcüğü kullanmaya başladılar.
Aynı durumu önümüzdeki perşembe günü sandık başına gidecek olan İngiltere’de de görüyoruz. İktidar yarışına giren üç ana partinin liderleri her fırsatta halkın değişiklik beklentisini dile getiriyorlar.
Önceki gece bütün dünyada izlenen TV karşılaşmasında da öyle oldu. “Değişim” sözcüğünü en çok kullanan muhalefetteki Muhafazakâr Parti’nin lideri David Cameron, İngiliz halkına, “İhtiyacınız olan değişimi biz gerçekleştireceğiz. Bugünkü iktidarla hiçbir şey değişmez” mesajını verdi.
İktidardaki İşçi Partisi lideri Gordon Brown da bir yandan şimdiye kadar izlediği politikaları savunurken, diğer yandan, “Yaptığımız değişiklikleri tehlikeye düşürmeyin” diye konuştu.
Nihayet Demokrat-Liberal Parti lideri Nicholas Clegg de, farklı bir gelecek ve değişim için kendilerine oy verilmesini istedi...
Bu üçüncü ve son TV tartışmasından sonra yapılan kamuoyu araştırmaları, Cameron’un rakiplerinden çok daha başarılı bir performans