Geçen salı günkü yazımızda, Başbakan R. T. Erdoğan’ın Washington ziyaretinin Türk-Amerikan ilişkileri ve özellikle bölgesel meseleler bağlamında Türk dış politikası için bir sınav olacağını belirtmiştik.
Washington’daki görüşmelerin ışığında, bu testin sonucunu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Türk-Amerikan ilişkileri, Ermeni soykırım tasarısı yüzünden son geçirdiği krizi atlatmış görünüyor ve eski normal seyrine dönüyor. Bölgesel meselelerde ve özellikle İran konusunda ise Türkiye ile ABD’nin görüş ayrılıkları devam ediyor ve hatta bu ayrışma giderek derinleşiyor.
Başbakan’ın bu ziyaretinin olumlu sonucu, Başkan Obama ile samimi diyaloğu yeniden kurmasının yanı sıra, ikili ilişkilerin “Ermeni pürüzü”nden daha fazla etkilenmesinin önünü kesmesi ve bir nevi “hasar tamiri“ni gerçekleştirmiş olmasıdır.
İlişkiler düzeldi, ama...
Başbakan’ın 24 Nisan’da Başkan Obama’nın Ermeni toplumuna yönelik mesajında, “soykırım” sözcüğünü kullanmayacağına dair güvenini beyan etmesi, ABD tarafının böyle bir söz verdiğinin işaretidir. Bu da, Türk-Amerikan ilişkilerinin başına gelebilecek bir felaketin -bu yıl da - önlendiği anlamına geliyor.
Aynı şekilde, yapılan bütün uyarılardan sonra,
Washington’da yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi öncesinde, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bir konuşmasında, korkunç bir senaryodan söz etti.
Bu senaryoya göre, bir terörist grubu çalıntı bir atom bombasını New York’un Times meydanında patlatıyor ve bu faciada bir milyon insan ölüyor...
11 Eylül saldırısının izlerini hafızalarında taşıyan New Yorkluları dehşete düşüren bir senaryo bu...
Bunun ürkütücü tarafı, böyle bir facianın sadece ABD’de değil, dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleşmesi tehlikesinin -veya olasılığının- var olmasıdır.
Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin düzenlenmesinin amacı da, bütün dünyanın dikkatlerini bu ciddi risk üzerine çekmek ve bunun gerçekleşmemesi için gereken önlemlerin şimdiden alınmasını sağlamaktır.
Washington’daki konferansta ilk kez 47 ülkenin liderlerinin bir araya gelmesi bu kaygının ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösteriyor.
Bu kadar lideri bu amaçla bir araya getirmeyi başaran Başkan Obama, “El Kaide” başta olmak üzere, bazı terör gruplarının nükleer silahlar ele geçirmek için uğraştıklarını ve bu olanağa sahip olmaları halinde bunları kullanmakta tereddüt etmeyeceklerini söyledi.
Washington’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi vesilesiyle ABD başkentine giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek bu uluslararası konferansta, gerekse Başkan Barack Obama ile görüşmesinde güncel meseleler üzerinde sergileyeceği tavır, Türk dış politikasının ne yönde ilerlediğinin işaretini verecek.
Başbakanın son zamanlarda başta İran olmak üzere, bölgesel konularda söyledikleri, Ankara’nın Batılı müttefiklerinden farklı -hatta onlara ters düşen- bir politika benimsemekte olduğunu gösteriyor.
Türkiye’den ayrılmadan önce Erdoğan’ın nükleer sorunlarla ilgili olarak İran ve İsrail hakkındaki düşüncelerini Washington’da da açıkça beyan edeceğini söylemesi, Ankara’nın bu çizgiyi sürdürmeye kararlı olduğu izlenimini yaratıyor.
Bu bakımından Başbakan’ın orada söyleyecekleri, bazı analistlerin deyişiyle, “yeni Türk dış politikasının bir testi” sayılacak.
Ermeni pürüzü
Erdoğan’ın ABD’deki görüşmeleri, bir yandan Türk-Amerikan ilişkileri, öte yandan Türkiye’nin bölgesel sorunlar ile ilgili politikaları açısından önem taşıyor.
Birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye ile Yunanistan arasında ilişkilerin bir “stratejik işbirliği” noktasına erişeceğini kim tahmin edebilirdi?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Dimitris Druças’ın önceki gün Ankara’da yaptıkları ortak açıklama, Türk-Yunan yakınlaşmasında bir dönüm noktası oluşturuyor.
Ankara’daki görüşmelerde alınan kararlar, Davutoğlu’nun deyişiyle, “yeni bir vizyon”a dayanıyor. İki taraf da artık karşılıklı tehdit psikozu yerine, ortak çıkar anlayışı ile hareket etmek niyetinde.
Bu amaçla bir dizi adım atılacak. Bunların başında, bir Yüksek Düzey Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması geliyor. Buna her iki ülkeden 10 bakan dahil olacak. Konsey ilk toplantısını Başbakan Erdoğan’ın gelecek ay Atina’ya ziyareti sırasında yapacak.
Alınan diğer kararlar, “güven artırıcı önlemler” ile ilgili. Ancak bunun önemli tarafı, bu önlemlerin ilk kez askeri alanı da kapsamasıdır. Örneğin, Türk ve Yunan kuvvet komutanları arasında ziyaretler teati edilecek; Harp Okulları arasında ortak faaliyetler, konferanslar, ziyaretler düzenlenecek...
Politik alanda da karşılıklı destek sağlanacak, örneğin Yunanistan AB’de Türklere Schengen
İki hafta önce Erivan’da görüştüğümüz Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın bir yardımcısı, “protokoller krizi”nin aşılabilmesi için, Türkiye’nin bu anlaşmalara hâlâ bağlı olduğunu belirten resmi bir açıklama yapmasına ihtiyaç duyduklarını açıklamıştı.
Ankara’nın protokolleri hayata geçirmek konusundaki tereddütlerinden ciddi kuşkular duyulduğunu söyleyen yetkili, böyle bir açıklamanın yapılmaması halinde, Sarkisyan yönetiminin bu belgeleri meclisten geri çekeceği uyarısında bulunmuştu...
Başbakan Erdoğan’ın Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nu Sarkisyan’a yazılmış bir mektupla Erivan’a göndermesi ve Türkiye’nin protokollere bağlılığını teyit etmesi Erivan’ın bu beklentisini karşılamayı amaçlıyor.
Ancak Türk diplomasisinin bu hamlesinin hedefi sadece Ermenistan’ın kuşkularını gidermekten ve Türkiye’ye atılan topu geri göndermekten ibaret değil.
Türk girişiminin zamanlaması anlamlı: Erdoğan ve Sarkisyan haftaya, nükleer güvenlikle ilgili uluslararası konferansa katılmak için Washington’a gidiyorlar. Sarkisyan’ın Başkan Obama ile şimdiden ayarlanmış bir randevusu var. Konferans sırasında büyük olasılıkla Erdoğan da Obama ile görüşecek. Bu temaslar öncesinde, Türkiye’nin
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Paris’e ziyareti, bir kriz dönemini geride bırakan Türk-Fransız ilişkilerinin yeni bir yakınlaşma ve işbirliği aşamasına girmesi fırsatını yaratıyor.
Başbakan’ı şu sırada Paris gezisini yapmaya sevk eden vesile, geçen haziran ayında açılan “Türkiye Mevsimi”nin kapanış törenleridir. Bu 9 aylık kampanya sırasında Fransa’nın çeşitli yerlerinde sergilerden konserlere ve konferanslara kadar 600 çeşitli etkinlik düzenlenmiş, bu da yüz binlerce Fransızın Türkiye’yi daha yakından tanımasını sağlamıştır.
Aslında Türkiye’nin -devlet olarak ve de sivil toplum olarak -Fransa’da bu tanıtım çabalarını farklı biçimde devam ettirmesinde yarar vardır...
Kuşkusuz Başbakan’ın Paris ziyaretinin asıl önemli tarafı, başta Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere, Fransız liderleriyle yapacağı görüşmelerdir.
Bu bağlamda Fransız yöneticilerinde Türk-Fransız ilişkilerinin geliştirilmesi için şimdi daha büyük bir istek görülüyor. Aynı şekilde Türk tarafında da halen benzer bir irade mevcut.
Merkel gibi...
Tabii ki Ankara’ya “istişare” için çağrılan Washington Büyükelçisi Namık Tan, görevine geri gönderilecekti...
Tabii ki ABD’ye üst düzey ziyaretlere konan yasak kaldırılacak ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 12-13 Nisan’da düzenlenecek bir konferans vesilesiyle Washington’a gidecekti...
Ne yapılmalıydı yani? “Geri adım atmış” görünmemek için Büyükelçi Washington’daki görevinin başına gönderilmemeli miydi? Aynı şekilde Başbakan da Washington ziyaretini iptal mi etmeliydi?
Bazıları (bu arada muhalefet çevreleri) hükümetin “geri adımı”nı eleştirirken, teslimiyetçi bir davranış gösterdiğini öne sürdüler.
Oysa bu kararda eleştirilecek nokta, hükümetin bu krizi gereğinden fazla uzattığıdır.
Evet, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermeni tasarısını kabul etmesinden sonra, tepki göstermek, diplomaside sıkça başvurulan yöntemle, “istişare” amacıyla Büyükelçi’yi başkente çağırmak, alınan kararı resmi bir açıklamayla kınamak, muhatapları uyarmak doğal.
Ama bu tür tepkilerin ölçülü ve kısa süreli olması gerek. Bunu daha önce de yazmıştık: Bu olayda “orantısız tepki” gösterildi. Obama yönetiminin “mesajı” alması için krizi bu kadar uzatmaya gerek yoktu. Nitekim olaydan
ABD haftalardan beri yürüttüğü diplomatik kampanya sonunda, İran’a karşı yeni ekonomik yaptırımların uygulanması için bir ortak cephe oluşturmayı başardı.
Rusya’dan sonra Çin’in de, BM Güvenlik Konseyi’nde bu konuda bir karar tasarısı üzerinde birlikte çalışmayı kabul etmesinin anlamı bu.
Çin’in Washington’un isteğine uyması, şimdiye kadar, bu konuda izlediği politikada önemli bir değişikliği işaret ediyor. Beijing, İran’la çıkarları ve yakın ilişkileri nedeniyle, bu ülkeye karşı yaptırım uygulanmasına karşı çıkıyor ve anlaşmazlığın diyalogla halledilmesini istiyordu.
Aslında Çin’in temel pozisyonu gene de İran nükleer krizinin müzakere yoluyla aşılması yönündedir. Ama ABD’nin başını çektiği ortak cepheye katılması, tutumunda iki önemli gelişmeyi ortaya koyuyor: Birincisi, “Beşler”in dışında tek başına kalmak ve Batılılara ters düşmek istememesidir. İkincisi ise, İran’ın nükleer silah üretecek duruma gelmesine karşı olması ve bu yöndeki çalışmalarını bir tehlike olarak görmesidir.
“Beşler” el ele...
Bu son nokta önemli. Çin’in İran’la iyi geçinmekte büyük menfaati var. Çin İran’dan petrol ve gaz alıyor, onunla ticaret yapıyor, ona teknik yardım sağlıyor... Ama Çin