AFGANİSTAN'ın durumu, uluslararası platformda ender görülen bir karmaşa ve garip çelişkiler tablosu sergiliyor.
Manzara şöyle:
İçerde, Taliban ülkenin dörtte üçüne hakim. Son olarak Mezarı Şerif gibi stratejik - ve pisikolojik - bakımdan önemli bir mevkii ele geçiren Taliban güçleri, rakiplerine karşı büyük bir başarı kazandı ve durumunu daha da pekiştirdi. Aslında kendi aralarında da tam bir birlik sağlayamayan muhalif güçler, artık "cephe" yerine "gerilla" savaşı vermek zorundalar.
Koyu şeriatçı Taliban yönetimine karşı mücadele eden belli başlı üç güç var: Özbek kökenli Raşid Dostum'a bağlı (ikibin kişi olarak tahmin edilen) mücahitler... Ahmet Şah Mesud'un liderliğindeki "Cemaat - ül - İslami" (yaklaşık üçbin kişilik kuvvet)... Ve Abdül Halil'in "Hizbi Vahdet" örgütü (10 bin gerilla)...
Sovyet işgaline karşı Afganistan'da etnik kökenleri ve mezhepleri farklı olan tüm güçler (ve 1990'ların başında Taliban mensupları) fiilen ortak bir cephe kurmuşlardı. İşgalden ve komünist rejimin
DÜNYA petrol fiyatlarındaki çöküş, Fransızların "birilerinin felaketi, başkalarının mutluluğunu sağlar" deyimini haklı çıkarıyor.
Son günlerde petrol fiyatlarının tarihin en düşük düzeyine gerilemesi, Rusya'dan Endonezya'ya, Venezuela'dan Nijerya'ya kadar petrol üreten çeşitli ülkeleri - ve özellikle ekonomileri "kara altın"a dayanan gelişme halindeki ülkeleri perişan duruma düşürmüş bulunuyor.
Buna karşılık, petrol ithal eden "zengin" ülkeler hallerinden memnun. Örneğin ABD'de bu düşüş, benzin alımında "sokaktaki adam"ın cebine olumlu biçimde yansıyor. Petrol ithal eden gelişme halindeki ülkeler de şimdi bu gereksinimi daha ucuza çıkarabiliyor...
Türkiye'de bu "ucuzluk", ne yazık ki, vatandaşa yansımıyor. Kur farkı ve istikrar fonu nedeni ile, bizde benzin veya fueloil fiyatları, gene yükseliyor. Herhalde dünya petrol piyasasında bu düşüşler olmasaydı, tüketici daha ağır bir fatura ödeyecekti. Türk vatandaşının kazancı işte bu kadar!.. * * * ÜLKE olarak
KIBRIS Rum Cumhurbaşkanı Glafkos Klerides, S - 300 füzeleri meselesinde sıkıştığı köşeden nasıl sıyrılacağını kestiremiyor. Yunan hükümeti de, Klerides yönetimine verdiği desteğe rağmen, bu yüzden arzulamadığı bir serüvene sürüklenmekten kendisini nasıl alıkoyacağını bilemiyor.
Klerides ve Yunan Başbakanı Simitis, bir çıkış yolu aramak ve bu badireyi kazasız - belasız atlatmak amacı ile, yarın Atina'da bir araya geliyorlar. Umutları, "ortak bir tavır" sergileyerek, bu karmaşık soruna, "pratik ve onurlu" bir çare bulmaktır.
Klerides ile Simitis'in S - 300'ler konusunda aynı çizgide buluşmaları pek kolay bir iş değil. Gerçi Atina şimdiye kadar "resmen" Rum yönetiminin S - 300'ler siparişine karşı bir tavır almadı; ama Simitis başta olmak üzere bazı Yunan politikacılarının, özellikle son zamanlarda artan baskılar ve uyarılar karşısında, Klerides'in bu silahları almaktaki ısrarından rahatsız oldukları da biliniyor. "Vima", "Katimerini" gibi Yunan gazetelerinin yayınları da bu sıkıntıyı açıkça yansıtıyor.
Şimdi Atina'daki Yunan
ABD'nin Sudan ve Afganistan'a karşı giriştiği füze saldırısı, zaman zaman terörist eylemler ve bunlara karşı girişilen misilleme operasyonları üzerinde sorulan soruları tekrar gündeme getirmiş bulunuyor.
ABD, Nairobi ve Dar es Salam'daki elçiliklerine saldıran eylemcileri barındırdığını veya desteklediğini iddia ettiği ülkeleri vurmak hakkına sahip midir? Bu ülkeler gerçekten terörizme çanak tutmaktan sorumlu mudur? Bu tür operasyonlar teröristleri ve onlara kendi topraklarında faaliyet göstermelerine olanak veren ülkeleri bundan vazgeçirebilir mi?..
Bu soruların objektif ve tutarlı yanıtları yoktur.
Bu da giderek yeni bir savaş modeli oluşturmaya başlayan terörizmin karmaşık niteliğinden kaynaklanıyor.
* * *
TERÖRÜN ve teröristin tanımı bile, bir kavram kargaşası yaratıyor. Bu konudaki literatürde sık sık kullanılan deyimi ile, "bir tarafın terörist olarak nitelendirdiği kişi veya grup, öbür tarafın gözünde kurtuluş veya bağımsızlık savaşçısıdır."
&nb
CUMHURBAŞKANI Süleyman Demirel'e göre, ABD, Sudan ve Afganistan'ı, Nairobi ve Dar es Salam'daki elçiliklerini hedef alan son terör eylemlerine karşı bir "misilleme" olarak vurdu. Bunu bir de, kendi kamuoyunu tatmin etme bağlamında, "biz varız" mesajını vermek için yaptı.
Peki olayın Monica Lewinsky ile ilintisi olabilir mi? Dün Ulus'taki evinde "Milliyet" yazarları ile sohbeti sırasında Demirel bu soruya karşılık "New York Times öyle yazıyormuş" demekle yetindi...
Cumhurbaşkanı, "ABD bu iki ülkeye füze saldırısında bulunmakta haklı mı, haksız mı, bu tür operasyonlar sonuç verir mi, vermez mi" şeklindeki sorularımızı direkt yanıtlamaktansa, konuyu uluslararası terörizm çerçevesinde değerlendirmeyi tercih etti.
Aslında Demirel, terör sorunu ile en çok karşılaşan bir ülkenin lideri olarak, son yıllarda her fırsatta uluslararası terörizme karşı uluslararası dayanışma ve işbirliğini savunmuştur. "Henüz 2 yıl önce bu amaçla Şarm el Şeyh'te yapılan uluslararası konferansa katıldık" diyen Demirel, orada ve diğer benzer forumlarda, teröre
GARİP bir rastlantı sonucu, iki büyük ülkenin başkanlarının yalanı aynı gün (geçtiğimiz pazartesi) ortaya çıktı.
ABD Başkanı Bill Clinton geçen Ocak ayında, Monica Lewinsky ile ilgili seks skandalının patlak vermesi üzerine, kendi deyişi ile "bu kadınla" hiçbir cinsel ilişkide bulunmadığını söylemişti. Yedi ay sonra Clinton, bu kez "Bayan Lewinsky ile uygunsuz ilişkide" bulunduğunu itiraf etti, karısı Hillary başta olmak üzere "insanları aldattığını" belirtti ve "bu nedenle çok pişmanım" dedi...
Rusya Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin daha geçen Cuma günü, Rus halkını ekonominin çöküşü üzerinde yatıştırmaya çalışırken, "Kesinlikle devalüasyon olmayacağını" söylemişti. Üç gün sonra, Rus hükümeti, ruble'nin fiili devalüasyonunu da içeren bir dizi sert kararı dünyaya duyurdu...
Politikacıların, hangi ülkede olurlarsa olsunlar, yalan söylemeleri görülmemiş bir olay değil. Bu politikacılar, başkanlık koltuğunda otursalar dahi...
Ancak, çok farklı nitelikte olan bu iki olay şu gerçeği de gözlerin önüne
TÜRKİYE'deki siyasetle yakından ilgilenen yabancılar, "seçim - toto" için zamanı daha erken buluyorlar. Diğer bir deyişle, bu çevreler "Seçimleri kim kazanır? Nasıl bir hükümet ortaya çıkar? Yeni iktidar nasıl bir politika izler?" gibi sorular üzerinde şimdiden pek kafa yormuyorlar.
Bunun bir nedeni, "gelecek Nisan'a kadar Türkiye'de siyasi dengelerde çok şeyin değişebileceği" düşüncesidir. Diğer bir sebep de, "acaba" erken seçimler yapılacak mı, yoksa bundan vazgeçilecek mi?" şeklinde bir kuşkunun bulunmasıdır.
Erken seçimlerin 9 ay sonra yapılacağı varsayımından hareket edildiğinde de, yabancılar sonuç konusunda iki nedenle bir tahmin yapamıyorlar: Birincisi, bir Avrupalı muhabirin belirttiği gibi, "Nisan ayına kadar çok zaman var. Bugünkü duruma göre yapılacak tahminler ilerde tutmayabilir. İkincisi de, Türkiye'de şu anda partilerin gücü hakkında sağlıklı kamuoyu araştırmalarına dayanan bir bilginin bulunmamasıdır.
Bu durumda yabancı diplomatlar ve analistler, seçim sonuçları üzerinde "falcılık" yerine, bu sonuçları etkileyecek
SEÇİM döneminde - eğer dışarda ciddi bir kriz olmazsa - genelde dikkatler tamamen iç meseleler üzerinde toplanır. Dolayısı ile dış politika konuları geri plana düşer. Eğer dış ilişkilerde bir gerginlik ortaya çıkarsa, seçim kampanyası bu sorunun, gene iç politika amaçları ile istismar edilmesine ve duygusal tepkiler gösterilmesine elverişli bir ortam yaratır...
Nisan 1999'da yapılması kararlaştırılan "erken" seçim dönemi için her iki şık, kuvvetli bir olasılık olarak görünüyor.
İstanbul'daki deneyimli bir yabancı gazetecinin deyişi ile, "önümüzdeki aylarda, dış politikada bir hareketsizlik de olabilir, aksine aşırı bir hareketlilik de yaşanabilir." Bu da, Türkiye'nin dış politika alanında (seçimden sonra yeni hükümetin işbaşı yapacağı güne kadar) "en az bir yıllık bir belirsizlik dönemi"ne girmesi demektir... * * * TÜRKİYE'nin dış politika gündemi, olumlu veya olumsuz nitelikte, bir dizi konu ile dolu: Kıbrıs... Ege... AB adaylığı... Almanya ile ilişkiler... Suriye ile