SUSURLUK olayı, Türk dış politikasını ne ölçüde etkiler, Türkiye'nin dış itibarı ve özellikle Batı ile ilişkileri bundan zarar görebilir mi?Hemen belirtelim ki, bu aşamada dünya "Susurluk skandalı" ile pek ilgili değil. Gerçi ABD'de ve Avrupa'da bazı gazeteler, olayı haber olarak okurlarına yansıtıyorlar. Ama, doğrusu - en azından şimdilik - dünyada Türkiye'yi bu yüzden gözden düşüren bir hava esmiyor.
"Times"ın Türkiye muhabiri Andrew Finkel' dün "Sabah" gazetesinde şöyle diyordu: "Türkiye, Susurluk skandalının ayrıntılarına boğulmuş gidiyor. Ama dünyanın bu olayları aynı dikkatle izlediğini sanmak hata olur... Yabancı gözlemciler bu sinir bozucu gösteriyi daha fazla izlememek için sırtını dönüyor"...
Bir Batılı diplomatın bize dediği gibi, "Türkiye'nin dış itibarını ve imajını esas zedeleyen başka faktörler vardır. Örneğin Yaşar Kemal ve diğer ünlü yazarların mahkemeye veya hapse sevkedilmesi gibi. Veya insan hakları ihlalleri, işkenceler, kayıplar gibi... Susurluk olayına gelince, dünya bunu, olsa olsa İtalya'da, İspanya'da ve diğer ülkelerde meydana gelen benzer olaylar gibi izleyecektir".Washington'da ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün bir Türk gazetecisinin bu konudaki
BİR yıl içinde hava ne kadar değişti!..
Tam bir yıl önce bugün Avrupa Parlamentosu'nun onayı ile Gümrük Birliği gerçekleştiği zaman, Türkiye'de adeta bir bayram havası içinde büyük beklentiler dile getiriliyordu. Ticaret artacak, hayat ucuzlayacak, ekonomi ve siyaset düzene girecek, AB'nin kapıları Türkiye'ye açılacaktı...
Tabii bunlar - sıkça yaptığımız gibi - abarttığımız beklentilerdi. Oysa şimdi, Gümrük Birliği'nin bir yıllık bilançosunu çıkaranlar, derin bir düş kırıklığı ifade ediyorlar. Sanki bütün bunlar bir yıl içinde gerçekleşebilirmiş gibi!.. Oysa, konuyu bilenler, ilk yılın oldukça zor geçeceğini bu ilişkilere ileriye dönük daha geniş bir açıdan bakmak gerektiğini söylüyorlardı...Gerçekten Gümrük Birliği'nin ilk yıllık bilançosu, Türkiye açısından "artı"dan çok "eksi"lerle dolu. AB ile ticaret dengesi aleyhimizde gelişti... AB ülkelerinden ümit edildiği kadar yatırım gelmedi... AB vaat edilen mali yardımları yapmadı... Siyasi alanda, Yunan engeli gene kendisini hissettirdi; Türkiye'ye karşı İnsan Hakları'ndan Kıbrıs'a kadar çeşitli konularda baskılar sürdürüldü... AB Türkiye ile ilişkilerinde (tam üyelik konusunda) bir adım daha ileri gideceğine dair hiçbir sinyal
SADDAM Hüseyin için olay, her zamanki gibi, "kendi zaferi" idi...
Irak lideri önceki gün, Kerkük'ten Ceyhan'a kadar uzanan boru hattına petrol pompalamak üzere düğmeye basarken, "Irak böylece zaferden zafere koşuyor" diyordu.
ABD ise, gıda karşılığı "sınırlı petrol satışı izni"nin sadece "insancıl yardım" amacı ile verildiğini ve Saddam'ın tüm şartları yerine getirmeye razı olduğunu hatırlatıyordu. Dışişleri sözcüsü bunun "ambargonun sonu" anlamına gelmediğini özellikle vurguluyor, Saddam'a karşı politikanın değişmediğini belirtiyordu...
BM Genel Sekreteri Butros Gali ise dünya örgütünün 986 sayılı kararının nihayet uygulamaya konmasını "fakiri, hastası, kadını ve çocuğu ile Irak halkının zaferi" olarak nitelendiriyordu.
Bu olayı, Türkiye'nin de bir "zaferi" olarak görmek mümkün. Türkiye de bu 6 yıl zarfında, Irak'a karşı uygulanan ambargodan az zarar görmedi. Bu duruma son verilmesi ve Kerkük - Yumurtalık boru hattının yeniden açılması için, az uğraşmadı. Bugün varılan sonuç, Türk diplomasisinin de bir başarısı sayılır...* * *DÜN bir gazete, Kerkük - Yumurtalık boru hattına petrol pompalanmasını, Erbakan iktidarının uyguladığı "şahsiyetli dış politikanın semeresi" olarak
NATO'da tartışma konusu artık "genişlemeli mi, genişlememeli mi" değil. Hatta ittifaka hangi "eski düşman" ülkelerin öncelikle alınması gerektiği de değil...
Aylardan beri devam eden görüşmelerden sonra, bu soruların yanıtları biliniyor. Evet, NATO "genişleyecek". Ve ilk aşamada vaktiyle Varşova Paktı'nda yer alan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve eski Yugoslavya'nın bir parçası olan Slovenya ittifaka girebilecek.
Dün Brüksel'de toplanan NATO Konseyi'nin gündemindeki en önemli konu da bu idi. Konseyde bu 4 ülkenin NATO'ya alınması yönünde bir görüş birliği var. Önümüzdeki Temmuz'da düzenlenmesi planlanan NATO zirvesinde bu ülkelerin üyeliği kesinleşecek.
Şimdiki tartışma konusu, "genişleme politikası"nın uygulanması sırasında Rusya ile karşılaşılan uyuşmazlığın nasıl halledileceğidir.Rusların bu konudaki görüşü açık. Rusya Başbakanı Çernomirdin geçen hafta Lizbon'da AGİT Konferansı'nda gayet net biçimde Moskova'nın, Doğu ve Orta Avrupa'daki eski müttefiklerinin NATO'ya girmesine karşı olduğunu, NATO'nun "genişleme politikası"nın sonuçta Avrupa'yı böleceğini, Rusya'nın da bu durumda kendi güvenliğini sağlayacak önlemleri de alacağını bildirmişti.
Bugün Brüksel'de Rus Dışişleri
SON dakikada bir aksilik çıkmazsa, Kerkük - İskenderun boru hattı 5 yıl sonra bu sabahtan itibaren tekrar işlemeye başlıyor.
Irak'a Körfez krizinin başından beri uygulanan ekonomik ambargo, "sınırlı" petrol satışı ile kısmen de olsa hafifletilmiş oluyor.Geçen Mayıs'ta BM Güvenlik Konseyi'nde kabul edilen 986 sayılı karar, Irak'a 6 ayda 2 milyar dolar tutarında petrol ihraç etme izini veriyor. Bu meblağın yüzde 50'si (bir milyar dolar) ile, Irak, yiyecek ve ilaç satın alabilecek. Paranın yüzde 30'u, yani 600 miyon doları, savaş tazminatına, yüzde 5'i BM'nin denetim harcamalarına, yüzde 15'i de (300 milyon dolar) Kuzey Irak'taki Kürt halkına "insancıl yardım"a ayrılacak.
Her şey yolunda giderse, 6 ayın bitiminde, bu izin bir altı ay daha uzatılabilecek, yani Irak aynı şartlarla 4 milyar dolar petrol satabilecek.
Bu kararın yürürlüğe girmesinin en önemli yanı bizce Irak'la ilgili "psikolojik engel"in kalkmasıdır. Uluslararası camia, sınırlı da olsa, Bağdad ile yeniden iş yapmaya başlıyor. Gerçi prensipte ambargo kalkmıyor; ancak bu yönde önemli bir adım atılıyor ve ilerisi için umutlar doğuyor...* * *BU gelişmeden en çok memnun olan ülkelerin başında Türkiye geliyor.Kerkük - İskenderun
O, tam bir radikal...
ABD'nin BM'deki baş temsilcisi olarak Madeleine Albright'i yakından tanımak fırsatını bulan bir diplomatımız, yeni Dışişleri Bakanı'nı böyle tanımlıyor.
Kararlı, hatta inatçıdır. Küstahlaştığı da oluyor. Sıkı pazarlıkçıdır. Ama dış politika konularını çok iyi bilir. Dünya görüşüne sahiptir...ABD tarihinde ilk kadın Dışişleri Bakanı olarak görev yapacak olan 60 yaşındaki Albright, BM'de son 3 yıl içinde (ve daha önce uluslararası ilişkiler uzmanı bir akademisyen olarak) karakterini ve mizacını yeterince ortaya koydu. Bosna'dan Irak'a, Haiti'den Küba'ya kadar çeşitli konulardaki çıkışları, dünya meselelerine bakış açısını ve düşüncelerini de gözlerin önüne serdi.
Buna bakarak denilebilir ki, Albright'ın görüşleri önümüzdeki dönemde ABD'nin dış politikasına damgasını vuracak. Ona daha net çizgiler ve belki de yeni boyutlar verecek.* * *BAŞKAN Clinton'un Albright'ın da yer aldığı yeni takımı, Türkiye açısından nasıl?Yeni kabinede Türkiye ile çok yakından ilgili bir kimsenin bulunmadığı doğru. Önceki kabine de öyle idi. Ama Albright ve yeni Savunma Bakanı William Cohen, Türkiye'yi izleyen kişiler. Albright BM'deki görevi sırasında Türk diplomatları ile de yakın
DIŞİŞLERİ Bakanı Tansu Çiller'in katıldığı Bosna - Hersek Barış Uygulama Konferansı'nın Türkiye açısından en önemli yönü, bu uluslararası forumda yer almış olmasıdır.
Geçen yılın sonunda imzalanan Dayton Anlaşması'nın uygulanmasını gözetleyen bu gruba Türkiye'nin dahil olması, hiç de kolay olmadı.
Açıkçası, bu topluluğun ileri gelen ülkeleri (özellikle Avrupalı ülkeler), Bosna anlaşmazlığında "taraf" olarak gördükleri Türkiye'nin, barışın uygulanmasına ilişkin çalışmalara katılmasını pek istemiyorlardı. Türk diplomasisi, kendisini kabul ettirmek ve bu camiada da söz sahibi olmak için, çok çaba harcadı.Bulunan uzlaşma formülü, Türkiye'nin bu topluluğa İslam Konferansı Örgütü'nün temsilcisi olarak katılması idi. Nitekim Türkiye, 56 ülke ve teşkilatın temsil edildiği Londra'daki Barış Uygulama Konferansı'nda, bu sıfatla hazır bulundu.
* * *
ÇİLLER gerek konferanstaki konuşmasında, gerekse meslektaşları ile görüşmelerinde, gündemde yer alan konular üzerinde Türkiye'nin düşüncelerini ve beklentilerini dile getirmek fırsatını buldu.
Konferansın yüklü gündemi, Bosna - Hersek'in siyasal ve ekonomik yapılanmasından, mülteciler, serbest dolaşım, insan hakları, savaş suçluları gibi meselelere
KISA adı ile AGİT - Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı - Lizbon Zirvesi vesilesi ile bu kez Türkiye'de de epey ilgi gördü.
Bunun bir nedeni, 54 ülke liderinin katıldığı bu konferansta, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in "duayen" olarak hazır bulunması... Duygusal tarafımız her zaman ağır bastığı için, kimimiz bunu bir prestij kaynağı sayıp önemini şişirdik; kimimiz de bunu fırsat bilip 1975'te Helsinki Sözleşmesi'ne imza atan bir Türk liderinin, diğer Başkan veya Başbakanların aksine, 22 yıl sonra hala ülke yönetiminde bulunduğunu hatırlatarak olayı bermutad bir iç politika konusu haline getirdik!Oysa, Lizbon'da toplananların hiç de ilgisini çeken hususlar değildi bunlar.
Kimse Demirel'e ne "duayen", de ne "iktidarda yıllanmış" biri olarak baktı. Kaldı ki, ne Demirel, ne de Türkiye, bu 2 günlük toplantıda dikkatlerin odak noktası idi...Gerçekten, dikkatler her zamanki gibi, ya 2 - 3 "büyük devlet"in, ya da sürtüşmelere yol açan bazı "sorunlu ülkeler"in üstünde idi.
* * *
BU, Türk diplomasisi hiçbir şey yapmadı, Demirel "gitti, izledi, döndü" anlamına gelmiyor tabii.Türkiye gerek Lizbon'da, gerekse daha önce hazırlık aşamasında, kendisini yakından ilgilendiren konularda, tutumunu