BAŞBAKAN Erbakan dün kararını açıkladı: AB Dönem Başkanı olarak İrlanda Başbakanı'nın 14 Aralık'ta Dublin zirvesi sırasında yaptığı yemekli toplantı davetine katılmayacak.
Erbakan bunun nedenini şöyle açıklıyor: "AB üyeleri kendi aralarında konuşacaklar; bu toplantılarda Türkiye bulunmayacak. Sonra Türkiye Başbakanı'na bir akşam yemeği verilecek... Bu yanlış bir davranış. Kendilerini ikaz için bu davete icabet etmeyeceğiz"...
Bizce bu yanlış bir karar.Bir kere, AB zirvesine, ismi üstünde, AB'ye dahil olan ülkelerin liderleri katılıyor. Türkiye üye değil... Zirve sırasında, aday statüsünde olan Doğu Avrupa ülkeleri ile bir toplantı yapılıyor. Türkiye bu statüde de değil...Türkiye için uygulanan sistem, zirve sırasında bir akşam yemeği düzenleyip, AB'nin önde gelen liderlerini, Türk Başbakanı'nı dinlemek ve onunla ortak sorunları görüşmek fırsatını vermektir. Bu sistem Madrid zirvesinde Çiller, Floransa zirvesinde de Yılmaz başbakan iken uygulandı.Geçen hafta yazdığımız gibi, bu kez AB liderleri Dublin zirvesinde Başbakan Erbakan'ı dinlemeyi çok arzu ediyordu. Çünkü bu, Refah Genel Başkanı'nın Avrupa platformuna ilk çıkışı, Avrupa liderleri ile de başbakan olarak ilk teması
CEZAYİR'de son 5 yılda olup bitenler, Türkiye dahil, tüm dünyada sıksık bir örnek olarak gösterilir.
Gerçekten bu Kuzey Afrika ülkesinin rejim alanında geçirdiği deneyimlerden, çıkarılması gereken epey sonuç vardır.Üzerinde önemle durulan ilk deneyim, 5 yıl önce Cezayir'in ilk çok partili seçimlerde uğradığı yol kazasıdır. Bu seçimlere katılan İslami Selamet Cephesi - FİS - iktidara gelmek üzere idi ki, ordu müdahale etti, seçim sonuçlarını iptal etti ve askeri bir yönetim kurdu.
Bunun gerekçesi, FİS'in köktendinci bir parti olduğu ve çeşitli beyanlarından şeriatı kurduktan sonra çoğulcu demokratik sisteme son vermeyi plandığı idi. Gerçekten FİS ileri gelenleri, seçim kampanyasında dahi, bu niyetlerini açığa vurmaktan çekinmemişler ve ülkenin laik kesimini - ve bu arada orduyu - ürkütmüşlerdi.
Ordunun, seçimlerde en çok oyu alan FİS'i safdışı etmek için yönetime el koyması, Cezayir konusunda gösterilen ilk "kötü örnek" oldu. İslam dünyasında köktendincilerin iktidara gelmesinden kaygı duyan Batılı çevreler dahi, serbest seçimle ortaya çıkan bir sonucun askeri darbe ile engellenmesine karşı çıktılar...
* * *
CEZAYİR'de askeri rejim FİS'i yasa dışı ilan edip yönetimi ele geçirdikten
TÜRK diplomasisi, Avrupa ile ilişkiler konusunda artık "NATO kartı"nı oynuyor. Ankara bu yeni stratejisini, iki platformda uygulamaya başladı bile...
Avrupa Birliği'nin askeri uzantısı olan Batı Avrupa Birliği (BAB), bu platformlardan biri. Geçen hafta, BAB'ın Belçika'da yaptığı toplantıda, Türkiye ilk kez bu yeni yaklaşımının resmi işaretini verdi.
BAB'a, AB üyeleri dahil. Türkiye ise BAB'ın ancak "ortak üyesi" olarak kabul ediliyor. Bu nedenle birtakım sorumluluklar yüklendiği halde - örgütün karar mekanizmasında yer almıyor. Oysa Yunanistan, AB üyesi olduğu için, BAB'ın planlama ve karar organlarında söz - ve de veto hakkı - sahibi.
Türkiye, BAB'ı AB'ye girmenin bir "arka kapısı" olarak gördüğü ve Avrupa'nın güvenlik sisteminin dışında kalmak istemediği için, vaktiyle bu şartlarla ortaklık üyeliğine razı olmuştu.
Tabii şimdiye kadar Türkiye'nin BAB'taki statüsünü tam üyeliğe çıkarma, yani karar mekanizmasına da girme yönündeki girişimlerine karşı çıkan "vetocu" Yunanistan... Bir de, Yunan engelini belki de gerekçe - veya fırsat - olarak kullanan ve gerçekte Türkiye'ye pek sıcak bakmayan birkaç Avrupa ülkesi...
* * *
TÜRKİYE, bu aşamada, kendi elinde de bir "veto silahı" bulunduğunu
BÜYÜK Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu, İstanbul Milletvekili Sedat Aloğlu'nun başkanlığında, Batı ülkelerindeki parlamentolarda görülen cinsten, yararlı bir uygulama başladı. Komisyon, belirli dış politika konularında, kendi bünyesinde bazı çalışmalar yapıyor, stratejiler oluşturmaya gayret ediyor ve bunu yaparken de, Meclis camiası dışındaki uzmanlardan (örneğin eski bakanlar, büyükelçiler, Dışişleri yetkilileri ve yazarlar gibi) görüş alıyor.
Dün bizim de katıldığımız komisyonun yeni çalışmasının konusu Kıbrıs sorunu idi.
Her ne kadar Kıbrıs meselesi şu sırada gündemde görünmüyorsa da, bütün belirtiler, önümüzdeki haftalarda ve aylarda bu konuda yeni inisiyatiflerin başlatılacağı ve konunun hareketleneceğidir.
Nitekim, Washington'dan Londra'ya kadar çeşitli başkentlerde, 1997'nin "Kıbrıs yılı" olacağı söyleniyor. Batı basını, önümüzdeki yılın başlarından itibaren, çözüm arama çabalarının yeni bir aşamaya geleceğini - ve hatta mutlaka yıl sonundan önce bir çözüm sağlanacağını - bildiriyor. (Geçen gün ciddi "Independent" gazetesinde bu konuda uzun bir yazı yayınlandı).
Bu olumlu sonuca varılır mı, bilemeyiz; şimdiden kesin söyleyebileceğimiz şey, 1997'nin gerçekten Kıbrıs için bir
IRAK'la ilgili - Türkiye açısından - iyi haberler var:
1) Kerkük - İskenderun petrol boru hattı - nihayet - açılıyor.2) Irak, BM kararlarına uyma konusunda daha esnek davranıyor.3) ABD, Irak'a karşı politikasını yumuşatıyor.4) Kuzey Irak'ta ateşkes yürüyor ve yavaş yavaş bir barış ortamı oluşuyor.5) Çekiç Güç sorunu, hal yoluna giriyor...* * *BORU hattından başlayalım.
Körfez Savaşı sırasında Irak'a karşı BM kararı ile uygulanan ambargonun günümüze dek devam etmesi, Kerkük - İskenderun petrol boru hattının da kapalı kalmasına yol açtı. Bunun Türk ekonomisine verdiği zarar malum. Ankara, en az iki yıldır bu boru hattının tekrar devreye girmesi ve Irak'a karşı uygulanan yaptırımların hafifletilmesi için büyük çaba harcıyordu. Geçen yaz, bu yönde bazı umutlar doğdu. Hatta Eylül'de Güvenlik Konseyi'nin 986 sayılı kararına göre, Irak'a "gıda karşılığı petrol" satmak - ve dolayısı ile Kerkük - İskenderun boru hattını tekrar devreye sokmak - imkanının verileceği söylendi. Ne var ki, Irak'la ABD'nin karşılıklı inatlaşması sonunda, prensip mutabakatı hayata geçirilemedi.
Ve nihayet önceki gün, Irak'ın eski itirazlarından vazgeçmesi, ABD'nin de bu kez "tamam" demesi sonunda, anlaşma sağlandı. Ş
BRÜKSEL muhabirimiz Ahmet Sever'in dünkü "Milliyet"te çıkan haberine bayıldım. Meğer Nasreddin Hoca'yı, Avrupa Birliği platformuna taşımışız... Hem de Yunanlılarla birlikte!..
Türkiye - AB Karma Parlamento Komisyonu'nda RP'li Bahri Zengin Avrupalı meslektaşlarına "biz ne yapsak sizlere yaranamıyoruz" mesajını vermek için, Nasreddin Hoca'nın ünlü eşek hikayesini anlatıyor. Tesadüfe bakın ki, Yunanlı komünist parlamenter Aleksandros Alavanos da, bir Nasreddin Hoca uzmanı! O da "Türkiye bu hali ile Avrupa'da yer alamaz" mesajını iletmek için, Hoca'nın (daha az bilinen) bir öyküsünü naklediyor...
Komisyon Başkanı, Türk - Yunan söz düellosunun Nasreddin Hoca'nın zengin repertuarı ile daha fazla sürmesine izin vermiyor ve bu iki hikaye ile yetinip tartışmayı kesiyor!
* * *
BRÜKSEL'de Karma Parlamento Komisyonu'nda Nasreddin Hoca'nın öyküleri anlatılırken, ABD Dışişleri Bakanları toplantısında da Necmeddin Hoca'nın Avrupa Birliği Zirvesi'ne daveti görüşülüyordu. İrlanda başkenti Dublin'de 14 Aralık'ta yapılacak devlet ve hükümet başkanları toplantısı sırasında Türkiye Başbakanı'nın davet edilerek, onuruna bir yemek verilmesi kararlaştırıldı.
Bu karar, birkaç bakımdan Türkiye açısından önemli.
BİR süre yurt dışında kaldıktan sonra, Türkiye'de olup bitenlerin şoku ve üzüntüsü, daha uçakta Türk gazetelerinin dağıtılması ile başlıyor. New York'tan kalkan uçaktaki Türk yolculardan, hemen "ne olacak bu memleketin hali" gibisinden tepkiler duyuluyor...
Bu yeni bir şey değil. Zaten bu deyim de, bu yüzden sloganlaşmadı mı?
Ne yazık ki, "memleketin hali" şimdiye kadar alışılagelen ölçüleri de aşan ve büyük bir karamsarlık yaratan noktaya gelmiş bulunuyor.Tehlikeli olan da budur. Yani Türk insanının, ülkenin geleceğine olan güveninin ve umutlarının sarsılmasıdır.Günlük hayhuy içinde Türkiye'de bu belki pek farkedilmiyor ama biraz uzaktan bakılınca, Türk toplumunun böyle bir "haleti ruhiye" içine girmesinin vahameti daha net görülebiliyor.
* * *
BU kez, ülkenin "kötü gidişatı"nın belirtileri, sadece mutad politik kavgalar veya bozuk ekonomik durum - ya da yıllar sonra gene gündeme gelen basın üzerindeki kısıtlamalar - değil. Bütün bunlara şimdi, devletin temellerini sarsabilecek (ve hayati devlet kurumlarını da içeren) skandallar da eklenmiş bulunuyor.Hükümet krizlerinin veya ekonomik sıkıntıların üstesinden gelinebilir; ama devlet kurumları, politikacı, mafya ve çıkar çevrelerinin