Ignatius yazısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın ABD'ye dönük kızgınlığına da dolaylı olarak açıklık getiriyor. Aynı şekilde, Yaşar Paşa'nın "Amerikan ordusu Kuzey Irak'a yerleşirse bölgeye terörü çeker" açıklamasına da ışık tutuyor. Her zaman ormanı görmekten ziyade ağaca takılmayı yeğlediğimiz için, Ignatius'un "TSK nisan sonunda Kuzey Irak'a operasyon yapabilir" sözlerini ön plana çıkardık. Oysa Ignatius'un yazısının daha ilk paragrafında açıkladığı bir şey var ki Yaşar Paşa'nın sözleriyle birleştiğinde Genelkurmay Başkanlığı'nın ağaçları değil, ormanı gördüğünü ortaya koyuyor. Washington Post yazarı David Ignatius ABD başkentinin nabzını en iyi tutan gazetecilerden biri. 18 Nisan tarihli, "Irak'a dönük yeni tehdit" başlıklı yazısı da bu yüzden çok önemli. Ignatius, özetle, artan Kürt milliyetçiliğinin Kuzey Irak'a dış müdahale ihtimalini artırarak ABD'nin bölgede üs kurma planlarını tehlikeye soktuğunu belirtiyor. Böylece ABD'nin bölgeye üs kurma emelleri olduğunu ortaya koymuş oluyor. Amerikan ordusunun Kuzey Irak'a konuşlanması ihtimalinin Genelkurmay'ın "tehdit algılamasında" önemli yer tuttuğu artık sır değil. ABD'nin eski başkanı Bill Clinton'un,
Bu yedi yıllık program gerçekten uygulanabilirse ve uygulama sokaktaki insana en kısa sürede hissettirilebilirse, "AB reformlarını Avrupa için değil, kendimiz için yapıyoruz" argümanı da büyük ölçüde vücut kazanmış olacak.Söz konusu program, Türkiye'nin AB müzakerelerini ilgilendiren birçok teknik konuyu AB kıstaslarına göre kendi kendine "müzakere edip kapatması" anlamına geliyor. Amaç, 2013 yılı geldiğinde, "Bunları yaptık ve hazırız. Siz değilseniz, biz yolumuzda ilerleyeceğiz" diyerek AB'yi bir yerde köşeye sıkıştırmak. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Başmüzakereci Ali Babacan'ın önceki gün açıkladıkları "Türkiye'nin AB Müktesebatına Uyum Programı" Avrupa'ya dönük bir meydan okumadır. Gül'ün "Türkiye yapacak, AB seyredecek" sözleri de zaten bunu ortaya koyuyor. Ancak, burada bir hususa da değinmek gerekiyor. Türkiye'nin, 'Tanzimat Fermanı'ndan bu yana kâğıt üzerinde güzel reformlar yapıp bunları uygulamaya sokmama yönünde bir geleneği var. Burada aşılması gereken ilk engel budur. Bu arada unutmamak gerekir ki AB adına yapılan bazı reformlar halen anlamlı bir şekilde hayata geçirilebilmiş değil. Bu olsaydı bugün ne 301 ne de azınlık vakıfları tartışmasını yaşıyor olurduk.
Ancak iş ne yazık ki burada bitmiyor. Zira laiklik, çağdaş bir cumhuriyetin tek koşulu değildir. Unutmamak gerekir ki Irak'ı felaketin eşiğine getiren Baas rejimi de laiklik iddiasındaydı. Kısacası, "çağdaş uygarlık" yolunda ilerlemek arzusunda olan bir cumhuriyetin diğer "olmazsa olmaz" koşulu da bireysel hakların güven altına alındığı demokratik düzendir. Demokrasimizi de aynen laikliğimiz gibi teminat altına alamazsak, o zaman "aydın Türkiye'den" söz etmek mümkün olamaz. Tandoğan Meydanı'nı dolduran ve Anıtkabir'e akın eden o coşkulu kitleye bakıp laiklik adına büyük memnuniyet duymamak elde değil. Zira, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın siyasi literatürümüze soktuğu ifadeyle, laikliğe "sözde değil, özde bağlılık" cumhuriyetimizin "olmazsa olmaz" koşuludur. Birçok kişi gibi, bugün laikliğe bağlı olduklarını ısrarla vurgulayan bazı kişi ve kesimlerin samimiyetinden biz de kuşku duyuyoruz. Ne derlerse desinler, söylemleri ve eylemleri, laikliğe gerçekten bağlı oldukları konusunda bizi kuşku duymaya sevk ediyor. Aynı şekilde, Tandoğan Meydanı'nı dolduranlar arasında, bireysel hakların saygı gördüğü bir demokratik düzene "sözde değil, özde bağlı olduklarından"
Türkiye'nin yasal olarak haklı bir zemin üzerinde durması ne yazık ki her zaman istenen sonucu getirmemiştir. Bunun en bariz örneği Kıbrıs Barış Operasyonu'dur. Türkiye BM'ye teslim edilmiş uluslararası antlaşmalardan doğan hakkını kullanarak 1974'te Kıbrıs'a müdahale etti. BM Şartı'nın 51'inci maddesi, Güvenlik Konseyi'nin gereken tedbirleri almasına kadar geçen süre zarfında, dışarıdan saldırıya uğramış olan üye ülkelere gereken karşılığı verme hakkını tartışmasız olarak tanıyor. TBMM de gerekli siyasi onayı verdi mi, TSK'nın Kuzey Irak'taki PKK'ya karşı harekete geçmesini engelleyebilecek hiçbir şey yok. Reel politika dışında tabii... Aynı Türkiye bugün BM kararlarında "işgalci" görünüyor. Kıbrıs sorunu da 32 yıldır Türkiye'nin başını tüm uluslararası platformlarda ağrıtıyor. Çözümsüzlük ayrıca Kıbrıslı Türklerle TSK'nın arasını da açmış bulunuyor. Konumuza dönecek olursak, Washington'un, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a yanıtı, gazetelerin ifadesiyle, "jet gibi geldi." Iraklı Kürt liderlere Türkiye'ye dönük sert sözler "söylettiği" suçlamasını diplomatik bir şekilde göz ardı edeceği anlaşılan ABD, Kuzey Irak'a operasyon konusuna gelince pozisyonunu yeniden ortaya
Yaşar Paşa'nın, bir kısmını örtülü bir şekilde, bir kısmını ise kuşkuya mahal vermeyecek açıklıkla söylediklerini şu şekilde özetleyebiliriz:"PKK'yı destekleyen KDP lideri Barzani'nin son sözlerini TSK olarak kabul etmemiz mümkün değil. Biz bu sözleri söyleyene değil, bunları söyletene bakıyoruz. Bu sözlerin arkasında Iraklı Kürtleri şımartan ABD'nin olduğunu ise biliyoruz. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın günlerce tartışılacak olan sözleri Türkiye'nin dış politikası açısından sorunlu bir perspektife işaret ediyor. Bu sorunların ise esas itibariyle Batı ile olan ilişkilerde yaşanacağı anlaşılıyor. 'Bölgeye dönük bir sınır ötesi operasyon yapılmalı mı, yapılırsa yararlı olur mu?' sorusunu soruyorsanız, 'Evet, yapılmalıdır. Yapılırsa da yararlı olur' diyorum. Bu yüzden, siyasi kanat bu konuda bize görev verecek olursa bu iyi olur. Böylece hem o bölgedeki korunaklı ortamdan yararlanan PKK belasını başımızdan def etmiş, hem de ABD tarafından şımartılan Barzani'ye dersini vermiş oluruz. Bu arada, ABD'nin Kuzey Irak'a konuşlanmasını kesinlikle istemeyiz zira bu orasını iyice bir terör merkezine dönüştürür. Kürtler şu anda zaten Sünniler tarafından 'ABD'nin maşası'
Türk diplomasisi de zaten bu yüzden dünyada takdir toplar. Zira Ankara'nın çoğu kez gerçekleştirmek zorunda kaldığı "denge oyunları" her ülkenin başarabileceği şeyler değil. Cumhuriyet dönemi diplomasimizin verdiği ders ise "ihtiyat" ve "itidal" ile ilgilidir.En güzel örneği ise İkinci Dünya Savaşı sırasında güdülen diplomasidir. Birinci Dünya Savaşı'nın dersini tamamıyla kavramış olan İsmet Paşa, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmanın" veya "öfke ile kalkıp zararla oturmanın" ne anlama geldiğini çok iyi bilmiştir. Haluk Gerger hocamızın ifadesidir: "Mayınlı tarlada dış siyaset." Türkiye'nin dış politikadaki konumunu çok güzel ifade eder. Ankara gerçekten, belalı coğrafyası nedeniyle, bir mayınlı tarlayla çevrilidir. Balkanlar durulur, bu kez Kafkaslar'da sorunlar başlar. Orada göreli istikrar sağlanır, ardından Ortadoğu sınırımız karışır. Özetle, mayınlı tarlada koşulmaz. İşte Türkiye'nin çelişkisi de bu noktada ortaya çıkıyor. Zira fevri bir millet olmamız nedeniyle "koyup oturtma" meraklılarımızın sayısı hiç de az değil. Muhalefet de siyasi çıkarları uğruna, bu feveranı desteklemekten kaçınmaz. "Savaş bilimcisi" Carl von Clausewitz, "Savaşın, diplomasinin başka
Barzani, tarihin verdiği dersleri görme yeteneğinden bu kadar yoksun olabilir mi? Değilse, o zaman kime güveniyor? Amerika'ya mı? Avrupa'ya mı? Yoksa, tüm dengeleri altüst edecek bir askeri güce erişti de biz mi göremedik?Aklı başında bir Kürt olsaydım, bölgenin gerçeklerine ve uluslararası konjonktüre bakıp kendime bu soruları sorardım. Kürdistan Demokrat Parti lideri Mesud Barzani, Kürt aleyhtarı olanları haklı çıkaran sözleri sarf etmekle neyi amaçlıyor? Başkaları için büyük sıkıntılar yaratmayı vaat ederken, aynı zamanda, istikrarlı gelişme şansını ilk kez yakalamış olan Iraklı Kürtler için de felakete davet çıkardığını nasıl göremiyor? Barzani, Sovyetler Birliği'nin güdümünde 1946'da kurulan ve babasının da "Genelkurmay Başkanı" olduğu "Mahabad Cumhuriyeti"nin, ABD ile İngiltere'yi arkasına alan İran Şahı tarafından bir gecede nasıl yıkıldığını unutmuş olamaz. Keza, 1974 yılında Bağdat'ın Kürtler için kabul ettiği özyönetimin, ABD, İsrail ve İran'ın verdikleri sözde desteğe rağmen, bu kez Tahran ve Bağdat'ın Mart 1975'te -üstelik ABD'nin de onayıyla- anlaşmaları üzerine nasıl yine bir gecede buharlaştığını da unutmuş olamaz. Kürt liderlerinin her zaman, "Bağımsızlık
Hal böyle olunca Ankara, kaçınılmaz olarak, yabancı gazetecilerin, siyasetçilerin ve düşünce kuruluşu uzmanlarının uğrak yeri haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası medyayı takip edenler de zaten bunu biliyorlar. Yabancı gözlemcilerin dikkatini çeken hususların başındaysa, hem "ulusalcı laik güçlerin" hem de "dini bütün güçlerin" Türkiye için yeni arayışlara girmiş olmaları geliyor. Bunda, Avrupa'dan AB perspektifimiz konusunda, ABD'den ise temel ulusal fobilerimiz olan Kürt ve Ermeni sorunları konusunda yansıyanların payı elbette ki göz ardı edilemez.Buna karşılık, içeride de Türkiye'yi alışılmış rotasından saptırma potansiyeline sahip bir siyasi mücadelenin yaşandığı da yadsınamaz. Ankara'daki siyasi tansiyon artarken, uluslararası dikkatler de giderek Türkiye'ye dönüyor. Bunun doğal sayılması gerekir, zira ülkemizde bir şeylerin kotarılmak veya elden gitmek üzere olduğuna dair elektrikli bir hava yayılıyor. Bu arada darbe söylentileri de gündemden bir türlü düşmüyor. Özetle, birçok şeyin yanı sıra, şu sıralarda esas itibariyle demokrasimiz ve eriştiğimiz veya erişemediğimiz siyasi olgunluğumuz sınanıyor. Türkiye'nin dünyadaki yerini saptayacak olan şey de kuşkusuz bu sınavdan