Hoagland, pazar günkü yazısında, adını açıklamadığı Iraklı bir yetkilinin "Bu konferans, yardımcı olacağına, Irak'ı tehdit eden ve aşağılayan bir ülkenin topraklarında niçin yapılsın?" dediğini aktardı.Söz konusu yetkili bu çerçevede TSK'nın Kuzey Irak'a girme uyarıları, Türkiye'den yansıyan Kerkük'e askeri müdahale söylemi ve Cumhurbaşkanı Talabani'ye Ankara'nın yüz vermemesi gibi hususları sıralamış. Washington Post yazarı Jim Hoagland'dan, dışişleri bakanları düzeyinde gerçekleştirilecek olan uluslararası Irak konferansının İstanbul'da yapılmasına en çok Irak Başbakanı Nuri el Maliki'nin karşı çıktığını öğreniyoruz. Tüm bunları aslında diplomatik çevrelerden de duyuyoruz. Özetle, Türkiye "Yeni Irak"ın iki temel unsuru olan Kürtler ve Şiilerle güven bunalımı yaşıyor. Arap kaynakları da zaten, Şii olan Maliki'nin, aralıkta Ankara'ya yaptığı ziyaretten birkaç gün sonra İstanbul'da yapılan ve Şii düşmanlarını bir araya getiren konferansı unutamadığını belirtiyorlar. Irak'ta yeni koşulların geçerli olduğu gerçeğinin Türkiye'de yeterince anlaşıldığı söylenemez. Örneğin, Kerkük'e Saddam tarafından yerleştirilen Arapların geri gitmeleri için Bağdat'ın aldığı son kararın sadece
Şayet bu amaç, Amerikan Kongresi'ndeki Ermeni soykırımı tasarısının önünü kesmek idiyse, bunu söylemek zor. Erivan ve Ermeni lobisi de zaten bu iki konu arasında Ankara'nın arzuladığı ilintinin kurulmaması için çaba sarf ediyorlar Bu arada, Türkiye'nin yaratmaya çalıştığı "hoşgörü" izlenimini de yine Türkiye'nin sağladığı "kozlarla" gidermeye çalışıyorlar. Bunların başında da şunlar geliyor:- Kilisenin adı "Aziz Haç" olmasına karşın, geçmişteki fotoğraflarında açıkça görülen kubbe üstündeki haç konamadı.- Kiliseyle ilgili olarak yapılan açıklamalarla konuşmalarda bu yapının Ermeni kimliğini yansıtan herhangi bir ifade kullanılmadı. - Ermenistan'dan gelen heyete konuşma yapma şansı tanınmadı.- Açılış töreni "hoşgörü örneği" olarak yansıtılmaya çalışılmasına rağmen, kapalı olan sınır kapısı Ermeni heyeti için bir günlüğüne dahi olsa açılamadı. Onuncu yüzyıla dayanan ve İstanbul'daki birçok görkemli Osmanlı yapısından bildiğimiz Ermenilerin mimari dehasını yansıtan Akdamar'daki "Surp Kaç" (Aziz Haç) Kilisesi'nin restorasyonunda arzulanan amaç hasıl oldu mu? Ermenistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Vladimir Karapetyan da zaten, kilisenin restorasyonunu "çok güzel" olarak tanımlamasına
Genelkurmay'dan herhangi bir açıklama gelmediğine göre metnin geçerli olduğunu varsayıyoruz. Metinde Kuzey Irak konusunda yer alan "özeleştiri" ise dikkat çekici olduğu kadar düşündürücüydü. Yaşar Paşa bu konuda şunu söylemiş:"Bugün karşımızda bulunan birçok sorunun, geçmişin yanlış çözümleri olduğunu kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum. 1991 yılında Irak'ta 36'ıncı paraleli çizip ona destek vererek, Kuzey Irak'ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları da başkasına yükleme şansımız yoktur." Radikal gazetesinde yayımlanan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın Harp Akademileri konuşmasını içerdiği belirtilen metni, herkes gibi, ilgiyle okuduk. O günleri çok iyi hatırladığım için bu özeleştiri karşısında akla hemen iki soru geliyor. Birincisi şu: Saddam'ın ölümcül saldırıları nedeniyle yarım milyon Kürt mültecinin can havliyle Türk sınırına dayanması karşısında Ankara, üstelik TSK'nın onayıyla, "36'ncı paralel çözümü"nü benimsemekten başka ne yapabilirdi?Ama burada asıl üzerinde durmak istediğim ikinci soru şudur: Türkiye'nin, İncirlik Üssü'nün bu amaçla kullanılmasına izin vermesi ve çeşitli hükümetlerin de o sırada askeri ağırlıklı olan MGK'nın
"Ermeni tasarıları" diyoruz zira sorun sadece Temsilciler Meclisi ile yaşanmıyor. Aynısı olmasa da benzeri bir tasarı, Türk karşıtı olan ve başkanlığa adaylığını koymuş bulunan Senatör Joseph Biden tarafından Senato'da sunulmuş bulunuyor. Amerikalı yetkililer, Senato'daki tasarıyı önlemenin Temsilciler Meclisi'ndekini önlemekten nispeten daha kolay olduğunu belirtiyorlar. Bu yazıyı okuduğunuz sıralarda Senato'daki tasarının akıbeti büyük olasılıkla anlaşılmış olacak. Bu nedenle söz konusu yetkililerin ne denli haklı olduklarını da görmüş olacağız. Amerikan-Türk Konseyi'nin (ATC) yıllık toplantısında bir konuşma yapmak ve bize layık gördükleri ödülü almak için davet edildiğimiz Washington'da bulunuyoruz. Türk-Amerikan ilişkilerinin ele alındığı ATC toplantısı bu yıl Ermeni tasarılarının ağır gölgesi altında geçiyor. Bazıları, Senato'daki tasarı geçerse, Temsilciler Meclisi'ndeki çok daha ağır olan tasarının önünün açılacağını belirtiyorlar. Diğerleri ise Kongre'nin şimdilik sadece Senato'daki tasarıyla yetinebileceğini söylüyorlar. Aslında kimse, tam olarak ne olacağını bilmiyor. Bu arada, Irak için ek tahsisat konusunda Kongre'deki Demokratlar ile Başkan Bush arasında büyüyen
Özetle, AB Dönem Başkanı sıfatıyla hareket eden Alman Başbakanı Angela Merkel'in evdeki hesabı çarşıya pek uymadı. Almanya tarafından hazırlanan "Berlin Deklarasyonu" da böylece AB arşivine "içi boş" bir belge olarak şimdiden geçti. Deklarasyonun sadece Merkel, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barrosso ve Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans Gert Poettering tarafından imzalanması bile bunu göstermeye yetiyor. Berlin'de dün kutlanan AB'nin 50'nci yaş günü, Türkiye'nin Birlik dışında tutulması arzusunu açıkça yansıttı. Öte yandan, Avrupa'daki "birlikten" çok "bölünmüşlüğü ortaya koyan bu yaş günü, AB'nin geleceği hakkındaki belirsizlikleri de gösterdi. Oysa geçmişte kabul edilen ve Avrupa açısından "tarihi" sayılan belgelerin neredeyse tümünde bütün üyelerin imzası vardır. Hatta, "Avrupa Anayasası" gibi bazı belgelerde, aday ülkelerin sembolik imzasına bile rastlamak mümkündür. İşin gerçeği şu ki kafasındaki "Avrupa vizyonuna uymadığı" için Türkiye'yi kasıtlı olarak dışlayan Merkel, tüm AB üyelerini tatmin eden bir deklarasyon hazırlayamadı. Böylece "Berlin Deklarasyonu" ileriye dönük "temennileri" ortaya koyan bir belge olmanın ötesine gidemedi. Nedeni ise üyeler arasında Avrupa'nın
Batı basınında bugünlerde çıkan değerlendirmelerden bile görüyoruz bunu zaten. Bu durum sayesinde Türkiye'nin düşmanlarına da gün doğmuş bulunuyor. Onlar da gelişen bu olumsuz imajdan sonuna kadar yararlanmayı umuyorlar. Batılı gazetelerin önemli muhabirleri ve yazarları bugünlerde peş peşe arıyor veya bizzat gelip bizimle konuşuyorlar. Projektörlerin Türkiye üzerinde olduğunu bu hareketlilik bile göstermeye yetiyor. Fakat ne yazık ki sorulan sorular ve yapılan değerlendirmeler Türkiye'nin uluslararası imajı ve saygınlığı açısından manidar. Nitekim Rum yönetimi, Akdeniz'de petrol arama konusunda Türkiye'den gelen uyarıları yanlış yansıtarak bunları "tehdit" olarak kabul ettirmeyi başardı bile. ABD'nin Kıbrıs Büyükelçisi Ronald L. Schlicher, yaptığı ve gazetemizde de yer alan açıklamasında, "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemen bir ülke olarak istediği ülkeyle istediği anlaşmayı yapabileceğini" net ifadelerle söyledi. AB Dönem Başkanı Almanya da Rumların girişimi üzerine, aynı konu nedeniyle Türkiye'yi "komşularını tehdit etmemesi için" uyardı. Öte yandan, KKTC'deki Türk güçlerinin komutanının -birkaç gün önce olduğu gibi- Ankara'nın "bağımsız olduğunu" her fırsatta savunduğu bir ülkenin
Irak'ta Türkiye'nin, söylenenin aksine, "oyun dışı" kalmadığını belirten Gül, işin "arka planı"nı aslında iyi çizdi. Geriye doğru baktığımızda, Ankara'nın, genel seçimlere katılmaları için Sünnileri ikna etmesinde olduğu gibi, gerçekten de çok önemli roller üstlendiğini görüyoruz. Gül, o kadar belirgin olmasa da Türkiye'nin aynı rolü bugün de oynamaya devam ettiğini söylüyor. Bunun Türkiye'nin, Irak için şimdi kurulmakta olan "büyük masa"da ön planda bir yer almasını sağlayıp sağlamayacağını yakında göreceğiz. Sedat Ergin ve Fikret Bila ile birlikte Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile yaptığımız söyleşinin mevcut ortamda "iç siyaset" ağırlıklı olması kaçınılmazdı. Ancak, kendisine yine de Irak, AB ve Ermeni tasarısıyla ilgili sorular sorma fırsatını bulduk. Gül ABD'deki Ermeni tasarısı konusunda da "ihtiyatlı" ama "umutlu" olduğunu ortaya koydu. Kısa bir süre önce Washington'a yaptığı ziyaret sırasında muhataplarıyla yaptığı görüşmelerden memnun gözüken Gül söz konusu tasarının geçmesinin "kesin olmadığını" belirtiyor. Burada önemli olan tabii ki Gül'ün Kongre'deki Demokratları ikna edip edemediğidir. Bu sorunun yanıtı için de çok beklememiz gerekmeyecek. Ama Ermeni tasarısının
Diplomatlarımızı aşağılamaya dönük, "monşer" yakıştırmasına gelince, bu da genelde "kifayetsiz muhterisler"in, yani, başkalarına bakıp kendi yetersizliklerini görenlerin savurdukları bir suçlamadır. Dışişleri Bakanlığı, uygulamalarını kabul edilmiş teamüllere göre yapan devletin en seçkin kurumudur. "Teamül" ise diplomasinin odağındaki bir kavramdır. Bu yüzden de devletin protokol işleri bu kuruma bırakılır. Aynı nedenle, Cumhurbaşkanlığı'ndan TBMM'ye, siyasi partilerden odalar birliklerine kadar birçok kurum dışişlerinden danışman ister ve alırlar. Hal böyleyken, devletin en üst kademesinin bu seçkin kuruma daha önce görülmemiş bir "darbe" indirmesinin anlamı ne olabilir? Dışişleri çevreleriyle Ankara'daki yabancı diplomatların bu günlerde yanıtını aradıkları soru bu. Burada elbette ki Cumhurbaşkanı Sezer'in, Dışişleri Bakanlığı'nın beş müsteşar yardımcısının atamalarını gerekçesiz olarak veto etmesinden söz ediyoruz. Dışişleri'nde şaşkınlık içinde olan dostlarım şunu söylüyorlar:"Onun gözünü, şunun kaşını beğenmedim' türünden anlamsız bir gerekçe olsa bile, bunu kabul etmeye razıyız. Mevcut durumdaysa bu insanlar sanki yetersizmişler veya yanlış bir şey yapmışlar gibi bir