Vatikan'dan yansıyan sert açıklamaları ise, "Saldırı Türkiye düşmanlarına fırsat sağladı" diye küçümseme eğilimindeler. Ancak, Batı basınını takip edenler bunun küçümsenecek bir konu olmadığını görürler. Yetkililer, İtalyan Rahip Andrea Santoro'nun Trabzon'da öldürülmesinden sonra, bu kez Fransız rahip Rene Brunissen'in Samsun'da bıçaklanmasını "bir meczup saldırısı" diye geçiştirmeye çalışıyorlar. Papalığın Anadolu temsilcisi Piskopos Luigi Padovese'nin İtalyan ANSA ajansına söyledikleri, aslında Ankara'daki Batılı diplomatların söylediklerinin aynısı. Bu diplomatlar da, Türkiye'deki genel atmosferin bu saldırılara zemin hazırlayacak nitelikte olduğunu belirtiyorlar. Mesele tekrar, daha önce burada ele aldığım ve Türkiye'de sorgulanan kişilerden sadece yüzde 16'sının Hıristiyanlar hakkında olumlu görüş bildirdikleri "Pew Global Tavırlar Projesi"ne geliyor. Yüzde 16 Türkiye'nin bu konuda yansıttığı görüntü, kendisine biçtiği "başka inançlara karşı saygılı" imajına uymadığı gibi, meseleye nesnel bakanları da şu malum sorulara yöneltiyor:- "Medeniyetleri barıştırma" konusunda kendi içinde çaba harcamayan AKP hükümeti, dışarıda bu konuda başarılı olmayı nasıl umuyor?" - Hükümet,
Ermenilerin bunun hazımsızlığını yaşamaya devam ettiklerini yazılıp çizilenlerde görüyoruz. Bu duygularla boğuşan Ermenistan, şu sıralarda da gücünün önemli bir kısmını Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'ın dahil oldukları başka bir önemli projeyi engellemeye harcıyor. O da, bu sütunda daha önce de gündeme getirdiğim, Kars - Ahılkelek demiryolu hattı projesi. Maliyeti 400 milyon dolar kadar olan bu 100 kilometrelik demiryolu döşenebilirse Azerbaycan ile Türkiye, Gürcistan üzerinden tren yoluyla birleşmiş olacak. Bu durum, var olan ancak yıllardır kullanılmayan Kars ile Ermenistan'daki Gümrü'yü bağlayan demiryolu hattının potansiyel işlevini de sıfırlamış olacak. Bununla da kalmayarak, Ermenistan'ın bölgedeki izolasyonunu daha da derinleştirmiş olacak. Ermenistan, Türk-Amerikan ilişkilerindeki kötü gidişe ve AB'deki Türkiye aleyhtarlığına güvenerek, "milli davası" için "uluslararası konjonktür"ü iyi yakaladığına inanıyor. Buna rağmen, ABD ile AB'nin çıkarları açısından da büyük önem taşıyan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesinden tümüyle dışlanmasının önüne de geçemedi. Erivan, Amerika'daki güçlü Ermeni lobisini harekete geçirerek, Amerikan finans kuruluşlarının Kars - Ahılkelek
Örneğin, mesele "limanların Rum bandıralı gemilere açılması" iken, bakıyoruz, argümana artan bir şekilde "Kıbrıs'ı tanıyın" boyutu sokulmaya başlandı. Oysa işin başında Avrupa'nın en yetkili kişileri limanların açılmasının tanıma anlamına gelmeyeceğini söylediler. "Tayvan" örneğiyle Türkiye'yi teskin etmeye çalıştılar. AB ile Kıbrıs tansiyonunun kademeli olarak artacağı bilinen bir şey. Burada bir sürpriz yok. Bu arada ince bazı oyunların oynandığı da ortaya çıkıyor ki, bu, işi daha da bulandırıyor. Şimdiyse Avrupa'da "Türkiye Kıbrıs'ı tanıyacak, yoksa..." tehditleri savruluyor. Ancak, "tanıma" Türkiye'nin BM sürecinden vazgeçip AB'nin Kıbrıs çözümüne teslim olması anlamına geleceği için, burada, olmayacak bir şeyden söz ediliyor.İlk etapta şunun altını çizmek gerekiyor: Nasıl ki Türkiye ile müzakerelerin başlamasına 25 ülkenin onayı gerektiyse, Türkiye ile müzakerelerin durdurulması için de AB'de oybirliği gerekiyor. Kısacası, böyle bir kararı almak AB için o kadar kolay değil. Oybirliği gerekiyor Türkiye muhalifleri tabii ki veto haklarını müzakere süreci içinde kullanabilirler. Fakat müzakerelerin resmi anlamda tümüyle durmasını sağlayamazlar. Sadece işi yavaşlatıp yokuşa
Nitekim, AB'nin Türkiye Temsilcisi Hans-Jörg Kretschmer de arkadaşımız Utku Çakırözer'e verdiği demeçte bunu ortaya koydu. Özetle, DTP, "PKK ile aramıza mesafe koymamız mümkün değil" derken, Avrupa'nın da bu sözleri kabul etmesi mümkün değil. Değil, çünkü PKK'nın bir terörist örgüt olduğu artık Avrupa genelinde kabul edilen ve resmi belgelere geçmiş olan bir husustur. AB'nin çeşitli düzeydeki yetkilileri de zaten buna binaen hem Leyla Zana ve arkadaşlarına, hem de DTP'ye, "PKK ile aranıza mesafe koyun ve bunu açıkça belli edin" çağrılarında bulunuyorlar. Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) terörle bağlarını net bir şekilde ortaya koyması "Kürt sempatizanı" olarak bilinen Avrupalıları bile kızdırdı. Bunu, yokladığım, Ankara'daki AB'li diplomatlarda açıkça görüyorum. Bu nedenle DTP Eşbaşkanı Aysel Tuğluk'un PKK ile ilişkileri konusundaki sözleri AB tarafından hem bir "itiraf," hem de bir "meydan okuma" olarak algılandı. Türkiye'deki "Kürt sorununa" ilişkin değerlendirmelerinde AB'nin bundan böyle bu hususu da dikkate almaktan başka bir çaresi yok.Kısacası, DTP Avrupa açısından kendisini köşeye sıkıştırdı. Avrupa'nın teröre pembe gözlüklerle bakmasının mümkün olmadığı bir sırada
Bu açıdan en vahim gelişme, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'nun 10 gün kadar önceki sözleriydi. Barroso, birçok Avrupalı tarafından farklı bir kültüre ait olduğu düşünülen Türkiye'nin AB üyeliği sürecinin her iki tarafı çok zorlayacağını söyledi. Son yazılarımda AB üyeliği konusunda Türkiye'nin de kendi "hazmetme kapasitesi" ile tanışmaya başladığına işaret etmeye çalıştım. Bu kez projektörü tekrar Avrupa'nın "hazmetme kapasitesi"ne çevirmek istiyorum. Daha sonra "yanlış anlaşıldığını" belirtse de, bu sözleri Avrupa'da ve Türkiye'de, "Türkiye'nin üye olması zor" diye algılandı. İkinci vahim yaklaşım Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel'den geldi. Avusturya'da yayımlanan "Die Presse" gazetesine konuşan Schüssel, "Türkiye'ye, ismi 'üyelik' de olsa, ayrı bir statü verileceğini" söyledi. Ardından, "Türkiye'nin, Macaristan'ın sahip olduğu statüye sahip olmasını olası görmediğini" belirtti. Bu arada, ülkesinin Türk işçilerine açılmaması için "çaba sarf edeceklerini" de vurgulayarak sokaktaki Avusturyalının asıl korkusunu da tekrar dışa vurmuş oldu. Türk işçileri sorunu Arkası kesilmeyen bu tür açıklamalar, "Türkiye" tartışmasının müzakere sürecimizin sonuna kadar süreceğini
"Amerikalılardan" diyorum, çünkü bu araştırmaya göre Türkiye'de sadece "Amerika düşmanlığı" değil, "Amerikalı düşmanlığında" da ciddi artış varmış. Hatta, ister "Amerika", ister "Amerikalı" deyin, bu düşmanlıkta birinciymişiz. Fakat, araştırmanın ortaya çıkardığı başka rakamlar da var ki bunlar Türkiye açısından dünyaya daha vahim bir görüntü veriyor. Konunun bu yanının medyamıza pek yansımamış olması ise ilginç.Bu rakamlardan özellikle biri, Türkiye'nin "medeniyetleri barıştırma" iddiasının aslında boş olduğunu ortaya koyuyor. Bu da, "Hıristiyanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna verilen yanıt. "Pew Global Tavırlar Projesi" adı altında 50 ülkede 90 bin kişinin sorgulanmasıyla yapılan yoklamanın sadece "Türklerin Amerikalılardan ne kadar nefret ettikleri" boyutu işlendi bizde. Pew araştırmasına göre, Türkiye'de bu soruyu yanıtlayanlardan sadece yüzde 16'sı olumlu görüş bildirmişler. 2004 yılındaysa bu rakam yüzde 31 düzeyindeymiş. Bu bile AKP'nin "medeniyetleri uzlaştırma" iddiasının daha kendi ülkesinde iflas ettiğini göstermeye yetiyor. İşin ilginç yanına gelince, Fransa'da sorgulanan Müslüman olmayan vatandaşların üçte ikisi Müslümanlar hakkında olumlu görüş
Lüksemburg'da yaşanan tansiyon bu hareketliliğin başlıca nedeni. Sorunun çözümüyle gerçekten ilgili olanlar bu işin böyle gidemeyeceğini anladılar. Zira, Türk-AB müzakerelerinin her aşamasında yaşanacak olan gerilim hem Türkleri Avrupa'ya karşı soğutuyor -ki bu AB'de herkesin işine gelmiyor- hem de Kıbrıs sorununu iyice açmaza itiyor. Kıbrıs konusuyla ilgili olarak bir hareketlilik gözleniyor. Yunanistan'ın bir "öneriler paketi" ile ortaya çıkacağı, BM Genel Sekreteri'nin de yardımcısı İbrahim Gambari'yi bölgeye göndereceği belirtiliyor. Bu arada diplomatik kulislerde, Washington ile Londra'nın, perde arkasından, Papadopulos'u daha "uyumlu" hale getirmeye çalıştıkları konuşuluyor. Rumların sorunu AB platformuna çekme gayreti, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerin Kıbrıs'ı Türkiye'ye karşı kullanmaları bir yana, birçok AB üyesi bu sorunun bir "AB sorunu" haline gelmesini istemiyor. AB'nin resmi pozisyonuna göre de sorunun çözüm yeri hâlâ BM. Bu arada farklı hesapları olan Washington da toplumlararası görüşmelerin yeniden başlaması için tarafları zorluyor. Kıbrıs konusunda görülen hareketliliği bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Peki, bu hareketlilikten bir şey çıkar mı? Esas soru
Çünkü, ortada "karşılıklı uyuşmazlık" var. Kısacası, Türkiye'nin de bir "hazım kapasitesi" olduğu ortaya çıktı. Örneğin, Avrupa, "70 milyon Müslüman Türke" direnirken, Türk tarafı da 70 milyonluk nüfusunda devede kulak bile olmayan Hıristiyan unsurunu zor kabul ediyor. Bu azınlığa karşı yükümlülüklerini yerine getirmek istemiyor. AB sürecimizin belirsiz bir şekilde devam edeceği artık belli oldu. Aslında ne Türk tarafı, ne de AB tarafı, "Kıbrıs restleşmesine" rağmen bu ilişkiyi kolay koparamaz, zira büyük çıkarlar söz konusu. Ancak, ilişkinin "olgunlaşması" için fazla çaba harcamayacakları da görülüyor. "Bireysel özgürlükler ve haklar" gibi kavramların ise Türkiye'nin temel paradigmaları arasında yer almadığı, geçerli paradigmaların "istikrar ve birlik" gibi kavramlar olduğu AB süreciyle daha da netleşti. Kısacası, "bireysel özgürlükler ve hakların" çok kolayca feda edildiği bir yapılanmadan söz ediyoruz. Avrupa'da da zamanında durum böyleydi tabii, ama büyük tarihi badireler sonrasında bu büyük ölçüde aşıldı.Geçmiş değil, günümüz Avrupa'sını güden temel ilkelerde zorlanması elbette ki Türkiye'nin kalkınma sürecini henüz tamamlayamadığını ortaya koyuyor. Açıkça telaffuz edilmese