Örneğin, İrlandalıların "İngiltere takıntısı" veya "özeleştiriyi" bir "sosyal meziyet" olarak saymaları gibi. Bu arada, İrlandalılara has bir diğer özelliğin de devam ettiğini gördüm. Eskiden olduğu gibi, bugün de Türklere sevecen gözle bakıyorlar. Ülkenin prestijli gazetesi "Irish Times"ın köşe yazarlarından Paddy Smyth'e bunun nedenlerini sordum. "Eskiden İrlandalılar Osmanlı padişahının kendilerini İngiliz zulmünden kurtaracağına inanırlarmış" dedi. 1800'lü yılların ortasında İngiltere'nin kötü yönetimi nedeniyle yaşanan ve İrlanda nüfusunun yarıya inmesine neden olan "Büyük Açlık" sırasında padişahın gönderdiği gıda yardımı da bu beklentiyi iyice körüklemiş. Geçen haftanın büyük bölümünü, gençliğimin 10 mutlu yılını yaşadığım Dublin'de geçirdim. AB üyeliğiyle gelen devasa değişim hemen hissediliyor. Fakat bazı şeyler hiç değişmemiş. Osmanlı İmparatorluğu'nun tabii ki kendisini kurtaracak hali yoktu o sırada. Buna karşın bu algılama, İrlanda'da Türkler konusunda inanılmaz önyargıların ortaya çıkmasını engellemiş. İrlandalıların var olan "tarihi takıntıları" ise, yukarıda da belirttiğim gibi, İngilizlerle ilgili. O kadar ki, Dublin'de katıldığım "AB'de Basın Etiği"
Devam eden bu krizin Avrupa'yı fena halde sarstığı burada hemen anlaşılıyor. Herkes bunu konuşuyor ve nelerin olduğunu anlamaya çalışıyor. Ancak, "sarsmanın" ötesinde, bu kriz beraberinde, Avrupalıların kolay yanıtlayamadıkları temel bazı soruları da gündeme getirmiş.En temel değerleri arasında saydıkları "fikir özgürlüğü"nün sınırlarının nerede bittiğine ve "başkalarının inançlarına saygı"nın nerede başladığına ilişkin soru ise bunların başında geliyor. Mesele basit bir "biz ve onlar" perspektifine dayansaydı bu sorunun yanıtı tabii ki çok daha kolay olurdu. "AB'de Basın Etiği" konusunu ele alan bir konferans için "Avrupa Forumu" adlı kuruluşun davetlisi olarak İrlanda'nın başkenti Dublin'de bulunuyoruz. Burada yaptığımız tartışmalar kaçınılmaz olarak, bizim de son yazılarımızda ele aldığımız ve daha çok tartışılacağı anlaşılan, "karikatür krizi" üzerinde yoğunlaştı. O durumda, "İster beğenin, ister beğenmeyin, ama Avrupalı olarak biz buyuz" deyip geçebilirlerdi. Ancak bunu yapamıyorlar çünkü "kutsal değerlere sövgü" kavramı kendilerinde de var. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, ceza mevzuatlarında bu konuda yasaları bile var. Fakat sorun burada da bitmiyor.
Öyle anlaşılıyor ki, "medeniyetler çatışması"nın şiddetlenmesiyle Ankara'nın uluslararası sorumluluğu ve dünyadaki önemi de artacak. Müslüman karakterine rağmen Türkiye'nin laik ve demokratik bir ülke olması, Batı'daki dikkatleri -özellikle "karikatür krizinden" sonra- üzerimize iyice çekecektir. Son yazımı, laik Batı ile Müslüman dünyası arasındaki uçurum büyürken, laik Türkiye'nin bu denklemdeki yerinin ne olacağını sorgulayarak bitirmiştim. Başbakan Erdoğan ile İspanyol Başbakanı Zapatero'nun ortaklaşa yayımladıkları "Saygı ve İtidal Çağrısı" aslında bu sorunun yanıtına işaret ediyor. Türkiye bu karakteriyle aynı zamanda, radikal İslamın yükselişi karşısında ne yapacağını bilemeyen Ortadoğu'nun elit tabakası için de bir "model" olarak daha fazla gündeme gelecektir.İşte bu genel durum, kendisini kritik bir aşamada olumlu rol oynayan uluslararası bir aktör olarak ortaya koyması açısından Ankara için önemli bir fırsat sağlıyor. Aslında bu role bir "fırsat"tan çok bir "zaruret" olarak bakmak belki daha doğru olur. Zira, Türkiye bu rolü zorunlu olarak oynamak durumunda. Nedeni ise ortada. Bu rolü oynamakta başarılı olamazsa, bunun içeride de olumsuz yansımaları olacağı aşikâr.
Bu arada, bu krizi sayesinde, "dini değerlere sövmenin" birçok AB ülkesinde de yasak olduğunu öğreniyoruz. Bir Alman diplomat arkadaş, Alman ceza yasasının 161'inci maddesinin bu hallerde üç yıla kadar hapis cezası bile öngördüğünü anlattı. 'Karikatür krizi' konusunda yabancı basına verdiğim demeçlerde, krize neden olanları "tahrikçi" olarak; bu meseleyi "fikir özgürlüğü" eksenine oturtan Danimarka Başbakanı Rasmussen'i de "dünyadan bihaber bir saf" olarak eleştiriyorum. Danimarkalı bir diplomat dostum ülkesinde de benzeri bir yasanın olduğunu söyledi -ki bu daha da ilginç. Umursamaz tavrıyla Müslümanları ayağa kaldıran Rasmussen'in, buna dayanarak niçin ortamı yatıştıracak açıklamalarda bulunmadığı meçhul. Ancak, Danimarka bunun bedelini ağır ödüyor, orası kesin. O kadar ki, Dışişleri Bakanı Per Stig Möller, Avrupalı gazetelerin Danimarka ile dayanışma göstermek amacıyla bu karikatürleri peş peşe yayımlamalarının işi ülkesi açısından daha da büyük bir açmaza sürüklediğini söylüyor.Bu kriz Huntington'un "medeniyetler çatışması" tezini doğrular gibi görünüyor. Ancak işi daha da karmaşık kılan bir husus var. Bu çatışmanın bir tarafında Hıristiyanlar, diğer tarafında da Müslümanlar
İran Ankara Büyükelçisi Devletabadi İran'ın Ankara Büyükelçisi Firuz Devletabadi, ülkesini BM Güvenlik Konseyi'ne "sevk etme aptallığında bulunanların" bunun sonuçlarına katlanacaklarını söyledi. Devletabadi, 2003 sonunda İstanbul'da gerçekleşen terör saldırılarını da İsrail'in gerçekleştirdiğini iddia etti. Devletabadi Milliyet'in sorularını yanıtladı: İran, sevk için bir neden görmüyor. Eğer bu konuda bir aptallık yaparlarsa sonuçlarına da katlanırlar. ABD'yle ortak 'İran' tatbikatı Türkiye, Kitle İmha Silahlarının Yayılmasına Karşı Güvenlik İnisiyatifi'ne katkı için gerçekleştirilecek ortak tatbikata ev sahipliği ve önderlik yapacak HABERİN DEVAMI>>> Söyleşinin yayımlanacağı sıralarda İran'ın Güvenlik Konseyi'ne sevkedilip edilmeyeceği belli değildi. Ola ki sevk edildi, yanıtınız ne olacak? Enerji ihtiyacımız var İran Petrol üretiminin yaklaşık yarısını içerde tüketiyor. İç piyasa tüketiminin büyüme hızı üretim hızımızdan kat kat fazla. Önümüzdeki 15 yıl içinde elektrik ihtiyacımız 2 misli artacak. Gaz üretimimizin yüzde 75'ten fazlasını içerde tüketiyoruz. Hidroelektrik ve termal santralların iyi sonuç vermeyeceğini görüyoruz. İkincisi, var olan bir olanak
Öte yandan, gelmesini beklediğim bir soru daha vardı ki, o da geldi. Bu da Danimarka'nın başını aylardır ağrıtan "Hz. Muhammed karikatürleri" ile ilgiliydi. Jyllands Posten gazetesinde çıkan ve Hz Muhammed'i intihar bombacısı olarak tasvir eden karikatürlere karşı Müslüman ülkelerin ortaya koydukları diplomatik tepkiye Türkiye de katılmıştı. Kopenhag ise bu girişimi reddetmiş, Başbakan Rasmussen, ısrarla, meselenin bir "ifade özgürlüğü" meselesi olduğunu söylemişti. Danimarka'dan gelen 65 subaya önceki gün Türkiye üzerine bir sunumda bulundum. Ardından gelen sorular için de hazırlıklıydım. Nitekim Orhan Pamuk'tan Ermeni soykırımına kadar malum sorular da geldi. Danimarkalı subaylardan biri de, benzeri bir tavırla, "Türkiye'nin niçin diğer Müslüman ülkelerle hareket etme hatasına düştüğünü" sordu bize. Ankara'nın bu girişime katılmasının laik Türkiye'de de bazı çevrelerce sorgulandığını, ama geriye doğru bakıldığında bu hareketin isabetli göründüğünü, zira karikatür tartışmasının hassas bir dönemde bu ülkeye sıçramasının önlenmiş olduğunu söyledim. Danimarka'nın başına gelenlerin ise konunun Müslümanlar açısından ne denli hassas olduğunu ortaya koyduğunu, ancak, her nedense,
Üst düzeyli yoklamalarımız, Türkiye'nin mevcut Irak politikasının tespitler, temenniler ve telkinlerden oluştuğunu gösteriyor. Ancak buna girmeden, habercilik gereği, hemen duyuralım: Irak'ta yeni hükümet kurulur kurulmaz, yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi beklenen Celal Talabani'ye Ankara'dan davet gidecek. Son yazımızda, 15 Aralık seçimlerinin Irak'a istikrar getirmesinin niçin güç olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Bu yazımızdaysa Türkiye'nin bu ülkedeki gelişmelere bakışını irdelemeye çalışacağız. Yeni Irak Özel Temsilcimiz Büyükelçi Oğuz Çelikkol'un da Türkiye'nin tespit, temenni ve telkinlerini duyurmak için yakında Bağdat'a ve Kuzey Irak'a gitmesi bekleniyor. Şimdi konumuza geçelim. Tespitler kaleminden baktığımızda, Ankara, yeni Irak'ın "federatif" olacağını, Kürtlerin de buna özerk bir statüyle katılacaklarını artık kabullenmiş bulunuyor. Aynı şekilde, Türkmenlerin sanıldığı kadar güçlü olmadıklarını, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, toplam nüfuslarının 1.5 milyonu geçmediğini kabullenmiş görünüyor. Türkmenlerin homojen bir blok oluşturamadıklarını belirten yetkililer, Irak Türkmen Cephesi'nin Ankara'ya "fazla yakın" görünmekle, Türkmen birliğine zarar dahi vermiş
Söz konusu açmazın odağında, "Demokratik seçimler bölgeye istikrar mı, yoksa daha fazla istikrarsızlık mı vaat ediyor?" sorusu yatıyor. Bu sorunun arka planındaysa "Sosyolojik olarak olgunlaşamamış toplumlar için demokrasi uygun mu?" şeklindeki, içinden zor çıkılacak, daha da büyük bir soru yatıyor.Irak'a baktığımızda, Amerikalı gözlemciler bile bu ülkede yapılan son parlamento seçimlerinin arzulanmayan bir durumu ortaya çıkardığını teslim ediyorlar artık. Rahatsızlık ise, ilk etapta, laik unsurların bu seçimlerden zayıf çıkmasından kaynaklanıyor.Ancak, seçimlerden çıkan başka olumsuzluklar da var. Örneğin, seçim sonuçları aynı zamanda bir arada tutulmaya çalışılan bu ülkenin aslında etnik ve dini bazda ne denli bölünmüş olduğunu daha net bir şekilde ortaya çıkardı. Filistin seçimlerinde Hamas'ın gösterdiği büyük başarı, bölgeye demokrasi getirme heveslileri açısından ciddi bir açmazı ortaya koyuyor. Bu durum bugünkü yazımızın konusu olan Irak'ı da çok yakından ilgilendiriyor. Her etnik veya dini grubun "bütünlüklü" bir Irak'tan ziyade, hâlâ kendi çıkarlarını kollamaya çalışması ise, Washington'un ve Ankara'nın gönlünde yatan "ulusal uzlaşma hükümeti"nin kurulmasının ne denli