Hal böyle olunca, Türkiye aleyhtarlarına tek seçenek kalıyor. Olumsuz açıklamalarla Türkiye'nin moralini bozmak ve AB işinden Ankara'nın kendiliğinden vazgeçmesini sağlamaya çalışmak. Oysa Türkiye bu yönde bir sinyal vermiyor. CHP'den kaynaklanan olumsuz sinyallerin ise bir kıymeti harbiyesi yok. Kaldı ki, mucizevi bir şekilde bugün iktidara gelecek olsa, onun da "hizaya gireceği' belli. 'Müzakere Çerçeve Belgesi' en azından AB Komisyonu'ndan 'sürprizsiz' çıktı. Konsey'e gelene kadar ne olur belli değil. Kimi ülkelerin belgenin 'büyüsünü' bozmaya çalıştıklarını bizzat AB çevrelerinden öğreniyoruz. Ancak Komisyon'dan basına yansıyan tartışmalar da, Avrupa'nın bu konuda görüş birliği içinde olmadığını gösteriyor. Buna varamadıkça da, 17 Aralık 2004'te Türkiye için çizilen rota baki kalıyor. Zira, bunun bozulması için de 'oybirliği' gerekiyor. Bu ise şu anda yok. 17 Aralık zirvesi öncesinde Türkiye ile müzakerelerin başlamasını destekleyen Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, buna karşı çıkan Fransız politikacılara bir ara kızıp Fransa'nın 40 yıldır desteklediği Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili 'devlet politikasını' bozmayacağını söylemişti. Tersten bakacak olursak, aynı şey CHP için de
Semih İdiz, Başbakan'ı izliyor Başbakan, kızlarının ABD'de okumasını savundu Erdoğan, önceki akşam Bakü'ye giderken ANA uçağında gazetecilerin sorularını yanıtlarken Teziç'e şu eleştirileri yöneltti: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Üniversiteleri meydanlarda küçük düşürmeyin. Herkes çocuğunu ABD'de, Avrupa'da okutamaz. Türk evlatlarının üniversiteleri burada ve onlar laik cumhuriyetin aydınlık temelleri" diyen YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç için "Ağlıyor" ifadesini kullandı. YÖK ve üniversiteleri başarısızlıkla suçlayan Erdoğan, ilk kez, "türban yasağı olmasaydı da kızlarını master veya doktora için ABD'ye gönderebileceğini" söyledi. Erdoğan, Teziç'in, "Meydanlarda üniversiteleri küçük düşürenler var" eleştirisinin anımsatılması üzerine, "Sayın YÖK Başkanı meydanlardan çekilirse, meydanlarda bu işi konuşacak kimse kalmaz" dedi. Teziç'in, "Herkes çocuğunu ABD'de, Avrupa'da okutamaz" sözlerinin anımsatılması üzerine bir hayli sinirlendiği görülen Erdoğan, halen ağırlıklı olarak ABD'de bulunan yurtdışındaki Türk öğrencilerin ödedikleri bedelin 1 milyar dolar olduğunu kaydetti. Erdoğan, "Kötü komşu ev sahibi yapar misali. Benim kızlarım oraya başörtüsü yüzünden gitti. Türkiye'de
MİLLİYET AZERBAYCAN'DA BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN'I İZLİYOR Tam kapasiteyle çalışmaya başlayacağı 2008 yılında günde 1 milyon varil petrol taşıyacak olan bu boru hattı, Kafkaslardaki stratejik dengeler açısından da yeni bir dönemi açmış bulunuyor. Bu dengeler çerçevesinde Türkiye-ABD-Azerbaycan-Gürcistan 'bloku'nun kazançlı, Rusya-Ermenistan-İran 'bloku'nun ise zararlı çıktığı kesin. Kardeşlik bağları nedeniyle zaten önemsediğimiz Azerbaycan, stratejik nedenlerden dolayı da Türkiye için önemi giderek artan komşularımızdan biri. Bu ülkeyi bu anlamda önemli kılan başlıca nedenlerden biri ise mayıs ayında faaliyete giren Bakü-Ceyhan-Tiflis boru hattıdır. Ancak, bu 'stratejik avantajın' olgunlaşarak gelişmesi için en önemli unsur siyasi istikrarın sağlanmasıdır. Bu siyasi istikrarın önkoşulu ise bölge ülkelerinin demokratikleşme yönünde ilerlemeleridir. Gürcistan bunu, kısmen de olsa, 'Turuncu Devrimi' ile sağlamış bulunuyor. Azerbaycan'daki durum ise belirsizliğini korumaya devam ediyor.Gerçi Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, CNN Türk'e önceki gün verdiği demeçte Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan'da yaşanan türden halk ayaklanmalarının ülkesinde yaşanmayacağını söyledi.
Hal böyle olunca, "Hıristiyan kulübü" türünden yakıştırmalardan geçilmiyor. Fransa gibi bir ülkeyi de bu din eksenli kulübün lokomotifi olarak görebiliyoruz. Oysa laik Fransa, Avrupa'nın bugün en az Hıristiyan olan ülkesidir. Giscard d'Estaing gibi olanlar da zaten bir "din birliği"nden değil, bir "kültür birliği"nden söz ediyorlar. Türkiye'nin buna ait olmadığını belirtiyorlar. Özeleştiri kültürümüz fazla gelişmiş değildir. Ancak, bir yerden başlamak gerekiyor. Avrupa'daki "kimlik bunalımı" konusunda şu sıralarda basınımızda çok şey yazılıp çiziliyor. Konuyu anlamış birkaç aydın yazar dışında bu tartışma yüzeysel olarak ve çoğu kez faraziyelere dayanarak yürütülüyor. Başka türlü de olamaz. Çünkü "Yaşlı Kıta"nın ne tarihini, ne sosyolojisini, ne de kültürünü doğru dürüst biliyoruz. Değerlendirmelerimiz ise daha çok varsayımlara ve önyargılara dayanıyor. Avrupalıları bu görüşe sevk eden nedir? İşte bunu yeterince tartışmıyoruz. Oysa tartışmamız lazım, çünkü konu, oluşturmaya çalışıp da oluşturamadığımız bir kimlikle ilgili. Bugün bir soruyu açıkça sormak zorundayız. Dinen Hıristiyan değiliz. Orası kesin. Peki kültürel olarak laik Avrupa'nın bir parçası olabildik mi? Yüzeysel ve
Amerikan Büyükelçiliği'nin 1979 yılında basılması ve içindekilerin aylarca rehine tutulmaları sırasında 26 yaşında hararetli bir Humeyni taraftarı olan Ahmedinecad, seçim kampanyası sırasında Batı'ya dönük genel eğilimini zaten ortaya koymuştu. Washington'ın sürekli hedef tahtasında tuttuğu İran'da, Amerikan aleyhtarı molla sınıfı kendisi gibi düşünen bir cumhurbaşkanıyla tekrar önemli güç haline gelecek. Bu ise zaten gergin olan Washington-Tahran hattında yeni bir tansiyon dönemine girilmesini adeta garantiliyor.Irak'taki karmaşanın arttığı ve Bush yönetiminin Iran'a karşı askeri seçeneği şu veya bu şekilde canlı tuttuğu bir sırada meydana gelen bu gelişme bölge ülkeleri açısından da zorlu bir dönemi temsil ediyor. Türkiye açısından bakıldığında, Ankara'nın burada Washington ile Tahran arasında sıkışması olasılığı yüksek. Başka bir ifadeyle, Türkiye, bir yandan Amerika'yı İran'a dönük olası saldırı planlarından caydırmaya çalışırken, diğer yandan İran'dan kaynaklanan ve böyle bir saldırıyı olası hale getirebilecek aşırılıklarla karşı bir politika gütmeye çalışacak. Buradaki karmaşanın, Türkiye'nin yıldızının İran'daki mollalarla aslında hiçbir zaman barışmamış olması gerçeği ile
Başbakan Erdoğan'ın kısa bir süre önce Başkan Bush ile Oval Ofis'te yaptığı görüşme de bu konuda Ankara'yı tatmin edecek bir sonuç getirmedi. PKK'nın güvenlik güçlerimize karşı son günlerde artan ölümcül saldırıları ise Türkiye'de ABD'ye karşı bu konuda duyulan kızgınlığı artıracak nitelikte. Kuzey Irak'ta yuvalanmış olan PKK meselesi, Ankara ile Washington arasındaki en hassas konulardan biri olma özelliğini koruyor. Sokaktaki adam, haklı olarak, terör konusunda dünyayı ayağa kaldırmış olan Amerika'nın PKK'ya karşı gösterdiği çekingenliğe pek anlam veremiyor. ABD'nin -hangi isim altında olursa olsun- bu örgütü "terörist" ilan etmiş olması ise bu açıdan bakıldığında sadece kafa karıştırıyor. Kuzey Irak'taki Amerikan güçlerinin, örgütün bölgedeki silahlı militanlarına karşı harekete geçmemeleri ve TSK'nın harekete geçmesini engellemeleri, kaçınılmaz olarak halkımız tarafından "PKK'ya karşı dolaylı destek" olarak algılanıyor. Washington da herhalde bunun farkında ki, en azından Ankara'daki yetkili çevrelere bazı "yatıştırıcı güvenceler" vermek amacıyla, "PKK'ya karşı işbirliği" konusunu görüşmek üzere hafta içinde Ankara'ya sessizce bir üst düzeyli bürokratını gönderdi. Amerikan
Sonuçta Türkiye'ye oybirliğiyle verilmiş bir söz var ve bu sözün Avrupa'nın itibarı açısından tutulması gerekiyor. Fakat, AB çevreleri, gerek Fransa, gerek Almanya, gerekse Avrupa'da onlar gibi düşünen başka ülkelerin, Türkiye'yi AB hedefinden caydırmaya dönük çabalarını yine de sürdüreceklerini belirtiyorlar. Bu çabaların önemli bir aracının ise yakında AB Konseyi'ne gönderilecek olan "Müzakere Çerçeve Belgesi"nin olacağını ifade ediyorlar. AB'den Türkiye'ye yansıyan karışık sinyallere rağmen, hemen hemen herkes 3 Ekim randevusuna sadık kalınacağını söylüyor. Söz konusu belge, Türkiye ile müzakerelerin nasıl yürütüleceğini saptayacak. Bu belgenin 25 AB üyesi ülke tarafından onaylanması gerekiyor. Onun için Türkiye aleyhtarlarının, Ankara'nın önünde duran yüksek çıtayı bu belge yoluyla daha da yükseltmeye çalışacakları tahmin ediliyor. Peki bu nasıl olacak? Bu ülkeler, kendi mantıklarına göre, Ankara'nın önüne "yeni koşullar" koymayacaklar. Ancak, mevcut kimi önkoşulları "genel" düzeyden "spesifik" düzeye" indirecekler. Örneğin, AB'nin genel koşulları arasında "iyi komşuluk ilişkileri" yer alıyor. Bu genel bir ifade. Ama AB içinde bazı ülkelerin bunu, "Müzakerelerde bir sonraki
Tasarıyı kaleme alanların iyi niyetle davranmadıklarını gösteren ince bir husus daha var. Tasarının Alman basınına yansıyan ilk halinde, Almanya'nın 1915 tehcirini ve onu takip eden olayları 'kısmen de olsa onayladığı' ifade ediliyordu. Aslında bu ifade bile iyi niyetten yoksundu çünkü, 'kısmen onaylaması' bir yana, birçok Ermeni tarihçi, tehcirin asıl fikir babasının Almanya olduğuna inanıyor. İlgilenenler Vahan Dadrian adlı Ermeni araştırmacının yazdıklarına bakabilirler. Bir hususun altını işin başında çizmekte yarar var. Alman Meclisi'nin kabul ettiği Ermeni tasarısı iyi niyetten yoksun. Tasarıyı gündeme getiren sağ partilerin Türkiye'nin AB perspektifi konusunda nasıl bir tavır takındıklarını gören herkes, buradaki asıl amacı anlar. Yoksa Almanya ne 1915 olaylarını, ne de bu olaylardaki kendi sorumluluğunu dün keşfetmiş değil. Alman soluna gelince, sağ partiler tarafından gündeme getirilen bu tasarıyı desteklemekten başka bir çaresi yoktu. Zira Alman solu Ermenilerin soykırıma uğradıklarına zaten inanıyor. Tasarı metninin kabul edilen halindeyse şöyle deniyor: 'Federal Meclis, Ermenilerin organize bir şekilde sürgün edilmeleri ve katledilmeleriyle ilgili kapsamlı bilgilere