İkili ticaretteki mevcut 11 milyar dolarlık hedefin 25 milyar dolara çıkarılması ise bu hedefin boyutlarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Gerek önceki gece yaptıkları beş saatlik görüşmelerde, gerek dün sabah kahvaltı sırasında sürdürdükleri konuşmalarında her iki lider bu hedefin nasıl tutturulacağını da kapsamlı bir şekilde ele aldılar. Putin ve Erdoğan'ın basına verdikleri bilgilerden de anlaşıldığı gibi, bu hedefin tutturulmasında ana lokomotif görevini enerji sektörü görecek. Türkiye'nin bir doğu-batı enerji koridoru haline gelmiş olması doğal olarak Rusya'nın da dikkatini çekmiş bulunuyor. Başka bir ifadeyle Bakü-Ceyhan çerçevesinde geçmişte yaşanan rekabet, yerini gerçekçi bir işbirliği ortamına bırakıyor. Rusya bu çerçevede Türkiye'nin bu özelliğinden yararlanmanın kendisi için de önemli olduğunu anlamış bulunuyor. Karadeniz'deki tatil beldelerinden Soçi'deki yazlık konutunda Başbakan Erdoğan'la görüşen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, görüşmeler sonrasında yapılan ortak basın toplantısında iki ülke için çok önemli bir perspektif çizdi. Gerek Putin'in gerek Başbakan Erdoğan'ın söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin ana
Başbakan Erdoğan'ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yapacağı görüşmeler için Karadeniz'deki tatil beldelerinden Soçi'deyiz. Ziyaret öncesinde Moskova'dan yansıyan haberlere bakılacak olursa, dün akşam yemeğinde başlayan ve bugün devam edecek olan görüşmelerinin gündemi yüklü. Verilen bilgilere göre, ele alınacak konular uluslararası terörizmden, Amerika'ya "Orta Asya'dan çık" mesajı veren Şanghay İşbirliği Teşkilatı'nın Astana'daki son zirvesine kadar uzanıyor. Bu arada, Kıbrıs meselesi için de zaman ayrılmış bulunuyor. Görüşmelerde ekonomik konulara da önemli bir yer ayrıldığı görülüyor. Burada "Rus kaynaklarına" atıfta bulunuyoruz çünkü, doğrusunu söylemek gerekirse, bu ziyaret Türkiye'den çok Rusya'da ilgi çekmişe benziyor. Rus basınının son birkaç gündür bu ziyaretle ilgili ayrıntılı bilgi veriyor olması bunu gösteriyor. Ele alınacağı açıklanan konulardan sadece bazılarına bakacak olursak şunları söyleyebiliriz:Londra'daki bombalı saldırılardan sonra uluslararası terör konusu iki ülke için de ayrı bir önem kazanmış bulunuyor. Ancak, hem Türkiye, hem de Rusya bu bela ile uzun süredir boğuşuyor. Bir yandan PKK terörü, diğer yandan Çeçen terörü derken her iki ülke bu
Her şeyden önce, soyadı "Barzanji" olan bir "gazeteci"nin Kuzey Irak ve PKK konularını işleyen bir haber yazarken, töhmet altında kalmamak için, her zamankinden daha dikkatli olması gerekirdi. Bunu yaparken de konuyu tüm boyutlarıyla işlemesi gerekirdi. Yoksa yaptığı haber olmaktan çıkar, bir "propaganda" çabasına döner. Oysa Barzanji, "haberi"nin daha ilk iki cümlesinde şunları yazmış:"Türk askerleriyle 20 yıldır savaşan Kürt isyancıların bir lideri, bu militanlarla diyaloğa girmediği sürece Türkiye ile çatışmayı sürdürme konusunda yeminli olduklarını söyledi. Ancak bu, Kürdistan İşçi Partisi, yani PKK'lı gerillaların teslim olmaları veya ölmeleri gerektiğini söyleyen Türkiye'nin reddettiği bir çağrı." Başbakan Erdoğan, PKK'yı tanımlarken kullandıkları sıfatlar nedeniyle BBC ve Reuters'i kınamakta son derece haklı. Habercilikte "içerik" kadar "terminoloji" ve "üslup" da önemlidir. Haberin "bilgilendirmeye" mi, yoksa "yönlendirmeye" mi dönük olduğunu bunlar ortaya koyar. Örneğin, Associated Press'in 11 Temmuz'da "Yahya Barzanji" imzalı "haber"ine bakalım. PKK'nın son saldırılarından da söz eden Barzanji, daha sonra bu örgütün Türkiye ve ABD tarafından "terörist sayıldıklarını"
"Sapık insanlar, yanlış yolda olan insanlar her dinin içinde olabilir" diyen Gül, bu kanlı olay sonrasında, ülkedeki Müslümanlara karşı saldırıların olmaması için gösterdiği soğukkanlı yaklaşım nedeniyle Başbakan Blair'i övüyor. İngiltere Başbakanı'nın büyük takdir kazandığını söylüyor. Konu, İslam dünyasında reform meselesine dönüyor. Gül'e göre, haberleşme çağında herkes artık her şeyden haberdar. Müslüman ülkelerde insanların bu şekilde gitmenin mümkün olmadığını artık anladıklarını belirten Gül, bu ülkelerdeki aydınların Türkiye'deki "sessiz devrimi" yakından izlediklerini belirtiyor. Gül, "Niye biz de aynı işleri yapmıyoruz tartışmaları çok derinden gidiyor" diyor. Exeter Üniversitesi tarafından kendisine verilen fahri doktora için İngiltere'nin bu şirin kentinde bulunan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile güncel konular üzerine bir "ufuk turu" yapıyoruz. Konu elbette ki Londra'daki bombalamalarla başlıyor. Gül, Müslüman toplumun içinden çıksalar da bu dehşeti yaratanların bu eylemlerini dinle birleştirmenin mümkün olmadığını söylüyor. Ufuk turumuz, AB ile ilişkilere dönüyor. "Kıbrıs Protokolü" ve bu konuda yaşanan belirsizlikleri soruyoruz. Gül'e göre, aslında önemli bir
Aralarında, şu anda hapiste olan Bosnalı Sırp liderlerden Biljana Plavsiç gibi, bundan dolayı vicdan azabı çekenler olsa bile, Sırplar bu konuda hâlâ gerçek bir ahlak muhasebesi yapmış değiller. Bunun yerine, "Büyük acılar çekmiş olan bizim gibi soylu bir milletin bu suçları işlemiş olması imkânsız" noktasından hareketle, "toplu inkâr" içindeler. Önemli bir kısmı ise hâlâ "Sırpların Avrupa'yı Müslümanlık tehdidinden kurtardığına, ancak bunun için nankör Avrupalılardan takdir görmediklerine" inanıyor. Oysa, Lahey'deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde soykırım suçuyla yargılanan Slobodan Miloseviç'in duruşması sırasında, kısa bir süre önce, delil olarak ortaya konan bir bant kaydı bu insanlık dışı cinayetlerin nasıl işlendiğini cümle âleme gösterdi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bugün Bosna'da hüzünlü bir törene katılıyor. "Her şey vatan için" güdüsüyle insanlıklarını askıya alarak "patolojik milliyetçiliğin" en çarpıcı örneğini veren Sırplar, bundan 10 yıl önce Srebreniça'da binlerce Müslüman Boşnak yetişkin erkek ile delikanlıyı göz kırpmadan acımasızca katletmişlerdi. Bandın, kendilerine "Akrep" diyen özel tim mensupları tarafından çekilmiş olması ise, ki herhalde bunu
Konumuza dönecek olursak, Türkiye'nin, bir önceki yazımda ele aldığım Şanghay İşbirliği Örgütü'nün son zirvesinden çıkan sonuca ilişkin bakışından söz etmek istiyorum. Yaptığım yoklamalardan elde ettiğim bazı ilginç bilgileri aktarmakta yarar görüyorum. Bugün belki, Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Yahudi demeden Londra'da masum insanlara karşı işlenen vahşeti yazmak gerekirdi. Ancak, dünkü Milliyet'in manşeti her şeyi tek kelimede özetlemiş. Gerçekten de "Lanet olsun!" Hele hele bunlar Allah ve Müslümanlık adına yapılıyorsa, iki misli lanet olsun. Birileri, 18 ay önce İstanbul'da bizleri de acılara boğan bu insan müsveddelerine, yerlerinin cennet değil, cehennemin dibi olduğunu bir an evvel anlatmalı. Hafta başında yapılan Astana zirvesinden çıkan deklarasyon, kaba özetiyle, ABD'ye dönük bir "Orta Asya'dan çekil ve buraların iç işlerine karışma" mesajı içeriyor. Altındaki imzalar ise Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan devlet başkanlarına ait. ABD'nin, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi çerçevesinde güttüğü "demokratikleştirme" misyonu, başta Özbek lider İslam Kerimov olmak üzere, bölgedeki diktatörlerin içine korku salmış bulunuyor. Söz konusu liderler, bu
Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra 'Çin Seddi'nden Adriyatik Denizi'ne uzanan bir Türk dünyasından çok söz edilmişti. Bu sözün 'babası' olan eski cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel'in Orta Asya'ya atfettiği büyük önemi ise biliyoruz. Ancak, aradan geçen 13 yıla rağmen böyle bir dünya ortaya çıkmış değil. Orta Asya'nın 'stratejik hinterlandımızda' önemli bir yer tuttuğu kuşku götürmez. Hazar petrolü ve doğalgazının Türkiye üzerinden dünya piyasalarına ulaştırılacak olması bu gerçeğe ayrı bir anlam katıyor. Yani mesele sadece 'akrabalık bağları' ile sınırlı değil. Kaldı ki bu bağların da zaten zannedildiği kadar güçlü olmadığını çeşitli gelişmelerden biliyoruz. Bu olmadığı ve -olamayacağı- gibi, kamuoyumuzun Orta Asya'ya sanıldığı kadar büyük bir ilgi duyduğu da söylenemez. Örneğin, o bölgede yaşanan son önemli gelişme fazla ilgimizi çekmedi. Oysa bu, çok önemli bir gelişme. Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve dört Orta Asya devletinden oluşan 'Şanghay İşbirliği Teşkilatı'nın, Kazakistan'ın başkenti Astana'da yaptığı liderler zirvesinden sonra önceki gün yayımlanan ortak açıklamadan söz ediyoruz. Ne kadar alttan alınmaya çalışılırsa çalışılsın Washington'da 'diplomatik şok
Örneğin, bölgedeki asıl güç olarak ortaya çıkmaya başlayan Barzan aşiretinin Kerkük'e dönük demografik oyunlarının şu veya bu şekilde devam ettiğini bizzat Amerikan basınından öğreniyoruz. Şehrin Türkmen ve Arap nüfuslarına karşı ağır bir baskı ve yıldırma politikasının devrede olduğunu çeşitli Batılı kaynaklar da doğruluyor. Son dönemde neredeyse tümüyle AB ile ilişkilerimize kitlenerek Irak'ı radarlarımızdan çıkardık. Oysa bu ülkedeki gelişmeler Türkiye'yi çok yakından ilgilendirmeye devam ediyor. Kürtlerin çoğu kez yasal olmayan yollardan iktidarlarını güçlendirmeye devam ettikleri Kuzey Irak'taki gelişmeler ise özellikle ilginç. Türkiye'nin bu gelişmelere seyirci kalmaktan başka çaresi olmadığını da görüyoruz. Bu durumu değiştirebilecek faktörler ise ufukta görünmüyor. Bunun tezkerenin reddedilmesinden mi, yoksa başka nedenlerden mi olduğunu artık bize tarihçiler anlatacaklardır. Türkiye'nin çaresizce izlediği ve Kuzey Irak'taki gelişmelerle doğrudan ilgili olan bir diğer yer ise, Şiilerin çoğunlukta oldukları Güney Irak. Buradaki gelişmeler de Türkiye'nin Irak'a dönük temel yaklaşımına ters düşüyor. Zira, bölgeden gelen haberlere bakılacak olursa, Şiilerin 'ayrılıkçı