Bu görüşmenin yapılması halinde ortamın habercilik açısından canlanacağını bilen yabancı medya mensupları, gün boyunca Türk ve Ermeni meslektaşlarının ağızlarını aradılar. Ancak bu çok beklenen görüşme, her iki taraftaki yetkililerden yansıyan olumsuz havayı doğrularcasına, zirvenin ilk gününde gerçekleşmedi. Türk ve Ermeni diplomatlarının ağzını bıçak açmazken, gözlemciler, ihtiyat payını elden bırakmasalar da, bu görüşmenin zirvenin ikinci gününde gerçekleşmesini de bu aşamada pek beklemiyorlar.Diplomatlar bu konuda yoruma girmekten çekinirlerken, Varşova zirvesini izleyen medya mensupları ve diğer gözlemciler, Erdoğan-Koçaryan görüşmesinin gerçekleşmemesini birkaç nedene bağlıyorlar. Bunlardan ilki, Koçaryan'ın Azeri Devlet Başkanı İlham Aliyev ile pazar günü yaptığı görüşmede Karabağ sorununun çözümü konusunda bir aşama kaydedilememiş olması. İnsan haklarının daha da geliştirilmesi, ayrıca terör, kara para ve insan kaçakçılığı ile mücadelenin artırılması gibi 'büyük' konuları ele almasına rağmen fazla heyecan yaratamayan Avrupa Konseyi'nin Varşova zirvesinde, habercilerin dikkati, Başbakan Erdoğan ile Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan arasında yapılacak olası bir
Diğer bazı "kanaat önderleri" ise yazıp çizdiklerinden de anlaşıldığı gibi, neyin armut, neyin elma olduğunu pek anlayamadıklarını ortaya koyuyorlar. Kanaat önderlerinin böyle olduğu bir yerde, sokaktaki adamın çok daha bilgili olmasını beklemek hayaldir. Onun için, Başbakan Erdoğan'ın Konsey'in geleceğini belirleyecek tarihi kararlar alması beklenen Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi için Varşova'da bulunduğu şu sırada, bazı şeyleri en basit şekliyle tekrarlamakta yarar var. Elmalarla armutları karıştırma alışkanlığımız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Öcalan kararıyla tekrar baş gösterdi. AİHM'nin kararından sonra eleştiri okları yeniden Avrupa Birliği'ne döndü. Toplumun Avrupa Birliği perspektifi konusunda son derece donanımsız bırakılmış olması ve bu yüzden neyin ne olduğunu ayırt edememesi ise bazıları tarafından istismar ediliyor. Her şeyden önce, AİHM Avrupa Birliği'ne değil, Avrupa Konseyi'ne bağlıdır. Avrupa Konseyi denince, AB'nin en yüksek organı olan "AB Konseyi" kastedilmiyor. Türkiye henüz AB üyesi değil. Olup olamayacağı ise kesin değil. Öte yandan Türkiye, 9 Ağustos 1949 tarihinden beri Avrupa Konseyi'nin asli üyesidir. Başka bir ifadeyle, Türkiye bir anlamda
Öcalan'ı yargılayıp mahkûm eden DGM Başkanı Turgut Okyay'ın Fikret Bilâ'ya söyledikleri ise temel sorunu ortaya koymaya yetiyor. Sayın Okyay'ın, Türk insanının artan bir şekilde son çıkış yolu olarak sarıldığı AİHM'nin tam olarak ne olduğunu pek anlamadığı görülüyor. Bu çerçevede, bırakın PKK'lı katilleri, Manisalı gençlere işkence eden polislerin bile bu mahkemeden niçin medet umduklarını sorgulamadan, bize göre, kestirip atıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi'nin Türk yargıç Rıza Türmen'in de katılımıyla Öcalan hakkında aldığı kararı nesnel açıdan değerlendirirsek, bazı gerçekleri hemen görürüz. Bunların başında da Türk hukuk sisteminin yetersizliğinin bir kez daha tescil edildiği gerçeği geliyor. Zira, Öcalan kararı, AİHM tarafından Türkiye aleyhinde verilen ilk karar değil. Son karar da olmayacak. Bu çerçevede, AİHM'yi 'bir siyasi komisyon' olarak görüyor, oradaki yargıçların çoğunun 'zaten hâkim bile olmadıklarını' söylüyor. Ardından da, çelişkili olarak AİHM için 'çok kuralcı ve çok şekilci bir komisyondur' diyor. Bir diğer gazeteye söyledikleri ise daha da ilginç. AİHM'nin Öcalan kararını, 'insanlığa bir yararı olup olmadığını sorgulamadan verdiğini'
Daha önce görülmemiş olan bu durumun özünde "Ante Gotovina meselesi" yatıyor. General Gotovina, Yugoslavya savaşı sırasında Sırplara karşı savaş suçu işlediği iddiasıyla Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi tarafından aranıyor. Ancak, ülkesinde bir kahraman olarak görüldüğü için, Zagreb yönetimi kendisini mahkemeye teslim etmeyi reddediyor. "Gotovina'nın nerede olduğunu bilmiyoruz" demekle yetiniyor. Oysa mahkeme, Gotovina'ya devlet kesesinden düzenli maaş ödendiğini dahi tespit etmiş. Avrupa Birliği'nin Zagreb Büyükelçisi Jacques Wunenberger, pazartesi günü yaptığı bir açıklamada, Hırvatistan halkının AB üyeliğine gösterdiği ilginin ciddi bir şekilde azaldığına işaret etti. Son kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi, 4.5 milyon nüfuslu bu ülkede halkın yarısından fazlasının AB üyeliğini artık istemediğini belirten Wunenberger, bu tür bir olgunun bugüne kadar hiçbir aday ülkede yaşanmadığını söyledi. AB'nin önde gelen üyeleri İngiltere, Fransa ve Almanya bu durumda AB Komisyonu'nun Zagreb ile üyelik müzakerelerini başlatmasını önlüyorlar. Macaristan ve Avusturya gibi bazı AB üyelerinin Hırvatistan'dan yana koydukları tavır ise bir işe yaramıyor. Yugoslavya savaşı nedeniyle aşırı
Söz konusu konvansiyon ve protokole taraf olan Türkiye, bu rezerv sayesinde Avrupa dışından gelen mülteci ve sığınmacılara sınırlarını açmak zorunda değil. Ankara, Türkiye'ye giriş yapmış olan, söz konusu kişileri sorgusuz ve sualsiz olarak geldikleri yere derhal iade etme hakkını saklı tutuyor. Sorun da işte buradan kaynaklanıyor. Çünkü, AB müktesebatı, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, mültecilerin öyle sorgusuz sualsiz iade edilmelerine olanak vermiyor. Bu arada, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (MYK) bu kişilere el uzatıp dosyalarını incelemeye aldıysa, o zaman Ankara'daki BM yetkilileri ve Batılı diplomatlar ile Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında, kamuoyuna pek yansımayan, kızgın telefon trafiği yaşanıyor. Kısaca özetlemek gerekiyorsa, Batılı hukukçular, Türkiye'nin 1951 konvansiyonuna koyduğu rezervin Ankara'yı bu konuda sorumluluktan kurtarmadığını ısrarla belirtiyorlar. Bu konunun Türkiye'nin başını önümüzdeki dönemde çok ağrıtacağını kaydediyorlar.Buna gerekçe olarak da uluslararası hukukta "non-dÈfoulement" diye bilinen kavrama işaret ediyorlar. Fransızca bir deyim olan "non-dÈfoulement", mültecinin kaçtığı ülkede zorbalık, işkence veya idam riski
İkinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren zaferin 60'ıncı yıldönümü kutlamaları için 9 Mayıs'ta Moskova'da bulunacak olan Başkan Bush, Gürcistan'ın ABD yanlısı genç Devlet Başkanı Mihail Şaakaşvili ile ertesi gün Tiflis'e geçecek. Burada vereceği mesajlar ise sözünü ettiğimiz coğrafyanın geleceği açısından belirleyici olacak. Bölgenin yeni gelişmelere gebe olduğuna dair ipuçları da zaten bir süredir veriliyordu. Bunu, Bush'un Ermeniler için yayımladığı 24 Nisan mesajında bile görmek mümkün. Bush'un mesajında dile getirdiği temennilerden biri, Erivan'ın ABD ile olan güvenlik işbirliğini artırmasıydı. Bu söz elbette ki boşlukta söylenmedi. Bush, Ermenistan'a dolaylı olarak, "Rusya'yı bırakın, bizim safımıza geçin" diyordu. Irak konusunda içe dönük hesaplara gömülüp "stratejik görüntüyü" zamanında pek okuyamayan Türkiye, acaba Hazar Havzası diye bilinen ve Kafkaslar ile Orta Asya'yı içine alan coğrafyadaki gelişmeleri iyi okuyabiliyor mu? Bunu önümüzdeki dönemde daha iyi anlayacağız. Zira söz konusu bölgede, bir tarafta ABD'nin, diğer taraftaysa Rusya'nın önayak oldukları ve Soğuk Savaş günlerini andıran gelişmeler yaşanıyor. Öte yandan, bu temenninin dile getirilmesinden kısa bir süre
Her şeyden önce şuna işaret etmekte yarar var: İsrail ile Filistin arasında şu anda sadece bir anlamlı arabulucu var, o da Amerika. Evet doğrudur. Birçok Arap ülkesi, ayrıca çok sayıda Filistinli, Washington'a "İsrail yanlısı" olarak bakıyor. Ancak, başta rahmetli Yaser Arafat olmak üzere, hiçbir Filistinli yetkili bugüne kadar Washington'un arabuluculuğundan vazgeçmiş değildir. İngilizcede bir söz vardır. "Ölü atı kırbaçlamak" derler. Bir yere gitmeyecek olan bir konunun üzerinde ısrarla durulduğu hallerde söylerler bunu. Tıpkı şu an Türkiye'nin İsrail ile Filistinliler arasında arabuluculuk yapması meselesi gibi. İsrail Dışişleri Bakanı Silva Şalom, "Türkiye'nin arabuluculuğunu istemiyoruz" dediği için aramızda gocunanlar var. Sanki bize dönük bir hakaret varmış gibi işin içinde. Oysa bölgedeki durumu iyi anlamak gerekiyor. Öte yandan, İsrail ile Filistin arasında bugüne kadar herhangi bir ilerleme sağlanabildiyse, bu, Washington'un girişimleriyle olmuştur. Tabii burada bazıları "Oslo sürecine" işaret edeceklerdir. Doğrudur; Norveç bu anlamda "arabuluculuk" yaptı. Ancak bunun olgunlaştırılması yine de Washington'un katkıları ve baskılarıyla oldu. Öte yandan, Norveç'in bu
İsrail'e yaptığı resmi ziyaret sırasında büyük bir hüsnü kabul gören Başbakan Erdoğan, dün Filistin tarafına geçtiğinde soğuk rüzgârlarla karşılaştı. Ancak, nedeni, İsrail'de son derece başarılı geçen görüşmeler gerçekleştirmiş, ardından da Başbakan Ariel Şaron ile kameralara dostane pozlar vermiş olması değil. Sorun esas itibariyle Başbakan Erdoğan'ın Filistin ziyaretine ayırdığı zamandan İsrail lehine feragat etmesiydi. Başbakan'a yakın kaynaklar, bunun suçunu dün sabah Erdoğan ile görüşen İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom'a yüklemeyi tercih ediyorlar. Verdikleri bilgiye göre, Şalom, yarım saat olarak planlanan görüşmeyi, konu üstüne konu açarak bir saate uzatmış. Türk tarafında Şalom'un bunu, Erdoğan'ın Filistin programını aksatmak amacıyla kasıtlı olarak yaptığına inananlar bile var.Sorun sadece bu olsa, Erdoğan'ın Filistin programını aksatması Filistinliler tarafından anlayışla karşılanabilirdi. Ancak, Erdoğan'ın Şalom sonrasında programına beklenmedik bir şekilde eski Dünya Bankası Başkanı Wolfenson'u eklemesi, ardından da Mescid ül Aksa'ya gitmesi, bir yandan Filistin Başbakanı Ahmet Kurey ile olan randevusunun iptal edilmesine, diğer yandan da Filistin Devlet Başkanı