Muhalefet partileri “rezidanstaki 10 işçi cinayetini” TBMM gündemine taşımış. Ne değişecek ya da ne değişebilir? Hiç... Çünkü daha önce de benzer örneklerini yaşadık. Hatta sözüm ona bu gibi ölümleri önlemek amacıyla 2012’de yürürlüğe giren İş Sağlığı ve Güvenliği yasası Meclis’te tartışılırken bile... İşte 14 Haziran 2012 tarihindeki 120’nci Birleşim tutanaklarına yansıyanlar:
ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI FARUK ÇELİK(Devam) Bakınız, bu yasa politik, siyasi değerlendirmelere, mülahazalara açık bir yasa da değil. İnsan sağlığıyla ilgili bir yasa...
İZZET ÇETİN(Ankara) On yıldır çıkartmadınız!
BAKAN FARUK ÇELİK(Devam) Efendim, olabilir, bunu söyledik, peşinen söyledim ben size. Geç kalarak getirdiğimiz düzenlemedir.
İZZET ÇETİN(Ankara) Kim engelledi? Onu söyleyin hiç olmazsa, bilelim.
BAKAN FARUK ÇELİK(Devam) Kim engelledi? Kimse engellemedi. Yüzlerce, binlerce önemli yasa düzenlemesini bu parlamentodan geçirdik, hangisi önemsizdi? Her biri çok önemliydi yani.
ÖZGÜR ÖZEL(Manisa) Sayın Bakanım, “Yüzde 50 oy almazdık öyle olsaydı.” deyin, alkış yapsınlar, bu işi tatlıya bağlayın her zamanki gibi.
Ülkedeki “yoktan” yere ölümleri engellemek için öncelikle kaza ve cinayet gibi tanımlamaları yeniden yapmak ve cezai yaptırımlarını buna uyarlamak kaçınılmaz... İşte en çok işçi ölümünün meydana geldiği inşaat sektöründeki facia nedenleri:
Asansör düştü, inşaat, iskele çöktü, halat koptu ya da şantiyede yangın çıktı...
Bunların tamamı iş ve işçi güvenliğinin önemsenmemesinden kaynaklanan olaylar. Muhatabı kim? işveren ve onu denetlemekle görevli devlet. Ama biz ne yapıyoruz? Kitaba yazdıklarımızı umursamıyor olay olduğunda da kaza deyip geçiyor ve yenisi olana dek de unutuyoruz...
Aynı durum Avcılar’da üst geçite çarpan tanker için de geçerli. Neydi faciaya yol açan sürücünün tutuklanma gerekçesi? Taksirle ölüme sebebiyet vermek. Yani, dikkatsizlik ve istemeyerek gerçekleşen bir suç. Pes... Aslında bu olası kast, hatta organizeye(!) kadar gidebilecek bir suç. Niye mi? Anlatalım; damperi açık tam gaz giden bir tankerin faciaya neden olmaması mümkün mü, üstelik de olmaması gereken bir saatte ve yerdeyken? Peki, bu tankerin oraya girmesini engelleyecek polis var mı? Yok. Devam edelim, TSE’nin 2010’da önerdiği “Damper açılır ya da tam kapanmazsa araçların hızının 10
AKP’de taşlar yerine oturdu. şimdi sıra CHP’de. Yarın başlayacak, 18. Olağanüstü Kurultay’da ana muhalefeti 2015 seçimlerine hazırlayacak kadrolar belirlenecek. Genel Başkan demiyoruz çünkü her ne kadar o koltuğa iki aday olsa da delege oylarıyla yapılacak seçimde değişiklik beklemek anlamsız. Zaten bunu “Kurultay, üyelerle yapılsaydı yüzde 85’in üstünde alırdım” diyen Muharrem İnce de kabullenmiş durumda. O nedenle de asıl yarış parti meclisi için olacak ve parti içi muhalefet İnce’nin oylarını artırarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun hazırlayacağı listeyi delmeye çalışacak. Aynı durum “anahtar listeler” hazırlayacak muhalif diğer gruplar için de geçerli. Tabii delegeyi ikna edebilirlerse(!) ve bir son dakika sürprizi yaşanıp, çarşaf liste uygulamasından vazgeçilmezse...
Peki öyle ya da böyle bir anlamda sağa-sola çekme konusunda sarsıntı yaşayan partiye rot-balans ayarı olarak görülen bu kurultaydan çıkacak yeni vitrin, CHP’yi iktidara taşımaya yetecek mi? Zor... Çünkü “sokaktaki insanı” ikna etmek için isim değişikliklerinden çok, yeni bir vizyon ve heyecana ihtiyaç var. O da bu kurultay için söz konusu değil. Gerçi Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında işsizlik ve kürt sorunu gibi
1 Eylül Dünya Barış Günü ama hangi dünyanın belli değil. Başta yakın komşularımız olmak üzere bir çok yerde oluk gibi kan akıyor, din, dil, ırk ya da fikirleri nedeniyle insanlar cezalandırılıyor. İşte böyle bir dünyada ve günde biz de 32 yıl önce barışı savundukları için yargılanan ve yıllarca hapis yatan insanlarımızı anımsadık. “Barışın yargılanması” olarak tanımlanan dava 1982’de başlamış, 1991’de sonlanmıştı. Ama bu sonlanma adaletin tecelli etmesiyle(!) değil kişilere yönelik iddiaların (TCK 141 ve 142) suç kapsamından çıkmasıyla gerçekleşmişti. Davada önce sanık avukatlığı yapan sonra da sanıklar arasına katılan İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan, o günleri şöyle anlatıyor:
“Barış istemeyi, komünizmin yani Sovyetler Birliği’nin bir oyunu olarak görüyorlar ve bunu isteyenler cezalandırılmalı diyorlardı. Öyle de yaptılar ve insanlar dört yıl tutuklu kaldı.Öyle bir hakim vardı ki, inanılmazdı. Örneğin, cebinden para verip aldığı Nazım Hikmet’in kitaplarını sanıkları mahkum etmek için delil olarak dosyaya koydu. Yine dernekte bulunan Yunanlı bir şairin resmine, ‘Nazım Hikmet bu’ deyip, duvara asmakla suçladı. Hiç unutmuyorum bir duruşmada da Deli Petro’nun
Ülke gündemi günlerdir siyasete odaklanmış durumda. Devletin, partilerin zirvesinde vedalar, başlangıçlar, devir-teslimler yaşanıyor ama, bu arada günlük hayatta farklı tartışmalar da oluyor. Örneğin, 2. Avrupa Deprem Mühendisliği ve Sismoloji Konferansı’nda olası İstanbul depreminin tehlikelerinin masaya yatırılması gibi. Açıkçası Ankara’da yeni kabinedeki kırılmalar, parametreler ön plana çıkarken, İstanbul’da “Depremi önceden belirlemek mümkün mü? sorusuna yanıt aranıyor. Bu konuda da “Hayır”cılar kadar, bilimsel çalışmaları örnek gösteren “Evet”çiler de var. Ve “Evet”çilerin en hararetli savunucularından, yani “depremi önceden bilmek mümkün” diyenlerden biri de İstanbul Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Oğuz Gündoğdu. Ancak, bu noktada bile kafa karışıklığı yaşandığını, “Erken Uyarı Sistemiyle, Deprem Öncü İşaretleri İzleme Ağı”nın birbiriyle karıştırıldığını belirten Gündoğdu, şöyle diyor:
“Biri beş-on saniye öncesinden uyarıp, doğalgazı kesmek, trenleri otomatik olarak durdurmak gibi amaçlara yönelik bir sistem, diğeri özellikle büyük depremler öncesi doğadaki ve parametrelerdeki değişiklikleri izleyerek, bölge olarak depremin yeri ve
Bu hafta AKP’nin önümüzdeki hafta CHP’nin kurultayları var. Birinde geçen hafta istişareler sonucu ilan edilen genel başkanlık onanacak, diğerinde adaylar arasında yarış varmış gibi yapılacak. Sonra da bunların adına parti içi demokrasi(!) denilecek. Oysa bu kurultaylar öncesi, daha doğrusu sandığın söz konusu olduğu her dönemde ekrana çıkan, gazetelere konuşan parti yöneticileri neden yakınıyor:
“Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirerek parti içi demokrasiyi işletemezseniz, topluma demokrasi vadedemezsiniz.”
Mesaj açık, parti içi uygulamalarda demokrasi adına sıkıntı var. Herkes fikrini açık açık söyleyemiyor ya da söyleyen sonunucuna (partiden ihraç, kızağa çekilmek gibi) katlanıyor. O nedenle de partilerde örgütten çok liderin dediği oluyor. Genel başkanlar tarafından seçilen milletvekilleri, delegeler liderlerinin aldığı kararlara vicdanları karşı çıksa dahi ‘evet’ diyorlar.
Tespitlere katılmamak mümkün değil. Anlayamadığımız bunları diyenlerin neden siyasi partiler yasası bahanesinin arkasına sığındıkları. Çünkü söyledikleri, yüzde 10 barajı, partilerin kapatılması, finans kaynakları gibi Meclis’in onaylayacağı yasadan çok kendi partilerinin tüzükleri ve iç
Politikacıların dilinden “Biz size efendi olmaya değil, sizin hizmetkârınız olmaya talibiz” sözü hiç düşmez. Ama gel gör ki uygulamada hep “Önce can sonra canan” sözü geçerlidir. İşte bugün Türkiye’nin görüntüsü aynen böyle... İktidarında, muhalefetinde “vekiller” kurultay ve koltuk hesapları yapıyor “asiller” ise sorunlara çözüm bekliyor. Üstelik bu sorunlar arasında “uyuşturucu kullanımı”gibi gençlerimizin, hatta çocuklarımızın yaşamlarını tehdit eden bela ve bağımlılara yönelik tedavi çıkmazları da var. Ancak bu bile ağırdan alınıp öteleniyor. İşte Meclis’in tatile girmeden önceki son toplantısında(13 Ağustos 2014) MHP’nin uyuşturucu madde bağımlılığı araştırma önerge istemi görüşülürken (reddedildi), tutanaklara yansıyan dikkat çekici detaylar:
Mehmet Hilal Kaplan (Kocaeli): ...Gençler bizim gençlerimiz, bu çocuklar bizim çocuklarımız, yaşamlarını yitirmesine seyirci kalmayalım. Gelin, bu konuyla ilgili yapılan yasal düzenlemeleri gözden geçirelim. Bakın, Kocaeli’nde bir aile, çocuğunun bonzai kullandığını da ifade etti ve benden yardım istedi. Yardım isteği şu: “Lütfen, AMATEM’e telefon eder misiniz, ben üç aydır randevu alamıyorum.” dedi. Ben, İstanbul’daki AMATEM
CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu parti içi muhalefetin restini gördü ve kurultay kartını açtı. Doğal olarak da kulis pazarı canlandı. Kılıçdaroğlu’nun ezici bir çoğunlukla güven tazeleyeceğini savunanların karşısında Köşk seçimindeki yenilginin faturasının kesileceğini ve yeni bir liderle partinin pruvasının sağdan sola çevrileceğini öne sürenler var. Hatta Deniz Baykal’dan tüm sosyal demokratları bir araya getirebilecek bir misyon beklentisi bile dillerde...
Siyaset bu, yarın ne olacağı bilinmez ve sandığın içinden kimin çıkacağı belli olmaz ama, mevcut durumun değişme, yani sürpriz olasılığı hayli düşük. Nedeni 2015 Haziran’ında yapılacak olan genel seçimler. Şöyle ki; demokrasiden ahkâm kesen siyasi partilerimizde tam bir delege sultası hâkim. Bu mahalleden başlayıp, ilçe, il ve genel başkanı belirleyecek kurultay delegesine kadar uzanıyor. Ve zincirdeki her delegenin siyasi gelecekleriyle ilgili farklı beklentileri var. Alttakiler park, bahçe, büfe peşinde koşarken, en tepedekilerin gönlünde milletvekilliği ya da belediye başkanlığı yatıyor. Şimdi böyle bir sistemde ve seçime çeyrek kala milletvekili aday listeleri konusunda tam yetkili genel başkana hangi delege “İstemezük”