Zonguldak’da yine aynı son. Biri Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK), üçü kaçak kömür ocağında dört hayat daha söndü. Hem de 4 Aralık Dünya Madenciler Günü nedeniyle ocaklardaki tehlike ve risklere ısrarla dikkat çekildiği geçtiğimiz hafta içerisinde...O nedenle bu ölümleri “Zonguldak’ın kaderi” deyip geçiştirmek vurdumduymazlık, dahası vicdansızlık.
Evet ortada bir kader var ama, bu ölümlerden ziyade, insanların o ölüm kuyularına inmek zorunda bırakılmalarıyla ilgili.. Çünkü; madencilik bölgede yaşayanların en önemli ekmek kapısı. Ancak, bu konuda, yeterli ve güvenli iş olanağı yok. Genel Maden işçileri Sendikası (GMİS) Genel Başkanı Eyüp Alabaş’ın verdiği bilgiye göre, bölgedeki en büyük işveren halen 9 bin 700 kişinin çalıştığı TTK yani devlet. O’nun işletmediği sahaları kiralayarak madencilik faaliyetleri yürüten ve yaklaşık 5 bin kişiyi istihdam eden özel sektör de ikinci sırada. Buralarda herkes sigortalı, yeterli olmasa da iş güvenliği konusunda çalışmalar var. İyi kötü denetim de yapılıyor. Ama bir de bu işyerlerine giremeyenlerin çaresizlikten çalıştığı kaçak ocaklar var ki. onların durumu hepten facia. Madencilerin sigortaları olmadığı gibi, can güvenlikleri de yok.
Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’ndeki piyano, keman ve şan kurslarına ilgiyi duyunca, 80’li yılları düşündüm. Hani televizyonda dizisi var ya işte o yıllar. Anımsıyorum da o zamanlarda Zeytinburnu gecekondu ve yoksulluk temalı filmler için doğal bir platoydu. Mahalleye su tankeri geldiğinde elindeki bidonlarla koşturan kadınlar, çocuklar metrelerce su kuyruğu oluştururlardı. Hele bir Tabakhane bölgesi vardı ki kokudan yanaşamazdın. Kaldırıldığında da mahalleyi fareler istila etmişti.Ya bugün?
Binalarıyla birlikte sosyal yapısı da dönüşen, değerini 10’a katlayan, İstanbul’un en önemli kamu ulaşım kavşağı haline gelen ve de göç veren değil göç alan ilçe Zeytinburnu...
Nereden nereye?..
Tabi bu değişimin tamamını son döneme bağlamak haksızlık. Ancak, beş yıl önce hizmete giren yukarıda sözünü ettiğim Kültür ve Sanat Merkezi’nin önemini özellikle vurgulamakta yarar var. Çünkü, o merkez sosyo-kültürel dönüşümün lokomotifi olmuş ve yıllar sonra İstanbul’un göbeğindeki ilçeye başta tiyatro olmak üzere tüm kültürel etkinlikler gelmiş. Elektronik ortamda satışın yapılmadığı günlerde, halkın tiyatro bileti almak için merkezin önünde sabahtan kuyruğa girdiğini anlatan Belediye
Türkiye’de çocuk istismarına yönelik doğru dürüst çalışma ve istatistik yok. Özellikle de cinsel istismar konusunda. Adalet Bakanlığı verilerine bakarak, bildiğimiz tek şey son 5 yılda cinsel saldırı ve tecavüze uğrayan çocuk sayısındaki artış. Ancak o da sadece mahkemelere yansıyanı kapsadığı için sağlıklı değil. Tahminler her beş çocuktan birinin cinsel istismara uğradığı yolunda. Bu konuda gazetelere yansıyan son bilgi Şefkat-Der’in araştırmasına dayanarak TBMM’de bir “Araştırma Komisyonu” kurulmasını isteyen CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek’in önergesi. Oradaki son beş yılda cinsel saldırı ve tecavüze uğrayan çocuk sayısı ise 660 binin üstünde...
Öngörülen rakamlar da, devletin bilgisizliği de vahim. Daha vahimi ise Dibek’in “Sayının çok yüksek olması nedeniyle özellikle gizlendiği” iddiası. Ensest vakaların çoğunun ortaya çıkmadığını, istismar mağduru çocukların korkudan bir şey söyleyemediğini, yetiştirme yurtlarındaki çocukların güvenliğinin sağlanamadığını anlatan Dibek, iktidarın bunların konuşulmasından çekindiğini öne sürerek şunları söylüyor:
“Bu Türkiye’nin yarası ama kaçı resmi kayıtlara giriyor, adliyeye yansıyor bilmiyoruz. Yansıyanların da özellikle
Megapol İstanbul başta olmak üzere tüm büyük şehirlerin ortak sorunu olan trafik rezaletinin birçok nedeni var. Bunların başında da bina ve araç sayısındaki hormonlu büyüme, ulaşım sistemindeki yanlış tercihler ve yetersiz kalan yollar geliyor. Ancak, sadece bunlara kafa yorarak soruna çözüm üretmek zor. Çünkü, trafiği düzenleyen ve denetleyen kuruluşlar arasındaki tıkanıklık da had safhada. Örneğin Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) “Burada durulmaz, yasak” diyor, denetlemekle yükümlü trafik polisi ise ya görmüyor ya da görmezden geliyor. Öyle ki bazı yerlerde bu konuda vatandaşlar kadar yerel yöneticiler de dertli ve şikayetçi. Bunlardan biri de Türkiye’nin proje ve kentsel çözümleriyle parmakla gösterilebilecek belediye başkanlarından Prof. Yılmaz Büyükerşen. Eskişehir’de UKOME tarafından alınan birçok kararın uygulanmasında sorun yaşadıklarını belirten Başkan,”Kanunda mutlak uygulanacak hükmü bulunmasına rağmen bazı kararlar (minibüs yasağı gibi) mahkeme tarafından engelleniyor. Ya da kararların uygulanmasında yaptırım yetkisi olan trafik polisleri yerel parti yöneticilerinin baskısıyla kıpırdamıyor” diye yakınıyor.
‘Fotoğraf makineli denetim’
Polislerin duyarsızlığı
Türkiye’de iki milyonun üstünde ortopedik, görme, işitme, dil, konuşma ve zihinsel engelli var. Ancak bu vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun yaşadığı çevrede engeline bağlı herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Örneğin, yasal zorunluluk olmasına rağmen bina, cadde, sokak ve yollar hala onların kullanımına uygun değil. Dahası “engel” ve “tuzak”larla dolu. O nedenle de engellilerin büyük bir bölümü evlerinde “mahkum” gibi yaşıyor. Bunda onları yok sayan ve acıyan “engelli” bakışın payı da büyük.
Oysa doğru olan onları izole etmek değil, hayatla barıştırmak ve topluma kazandırmak. “Yaptık, sorunu çözdük” diyebilir miyiz? Hayır. Ama bu konuda atılan önemli adımlar da var. Bunun en iyi örneklerinden biri de Bağcılar Belediyesi’nin Engelliler Sarayı...
Saray deyince sakın ola ki aklınıza görkemli, şatafatlı bir yapı gelmesin. Çünkü bu binanın dışından çok içi saray. Banyo ve tuvaletlerinden merdivenlerine kadar engellilere yönelik dizayn edilen binada “yok” yok. Sinema, tiyatro, kütüphane, bilgisayar odası, yüzme havuzu, spor salonu, kafeteryası ve bilardo masalarıyla her katı ayrı bir yaşam alanı. İçine kapanıklar için “beyaz”, hiperaktifler için “siyah” odalar bile var. En
‘Çevre görevlisi’ olma koşullarını belirleyen yeni yönetmelik uyarınca artık Fen-Edebiyat ve Veterinerlik Fakülteleri mezunları da her sektörde izin-lisans danışmanlık ve denetleme hizmeti verecek. Bir başka deyişle çevreyi tehdit eden işletmelerin emisyon, deşarj, gürültü kontrol, derin deniz ve tehlikeli madde deşarjı ile atıkların toplanması, geri kazanılması, bertaraf edilmesine ilişkin teknik yeterliliklerinde söz sahibi olacaklar. Bunun için tek şart 15 günlük eğitime (ücretli) katılmak ve temel çevre bilimleri sınavında başarılı olmak. Yönetmeliğin getirdiği bir başka yenilik aynı eğitim ve sınavın 4 yıl bu işin eğitimini alan çevre mühendisleri için de geçerli olması. Yani ne okursan oku önce kurs, sonra yeterlilik sınavı. Yoksa yetki belgesini unut...
Bu durumu, mesleklerine indirilmiş bir darbe olarak değerlendiren TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu, “Nasıl ki 15 günlük eğitimle beyin cerrahı olunamıyorsa, çevre mühendisi de olunamaz” diyor. Yetki kapsamının izin-lisans işlemlerini hızlandırmak amacıyla genişletildiği iddialarının da gerçeği yansıtmadığını belirten Bozoğlu, şöyle devam ediyor:
“Binlerce çevre mühendisi istihdam edilmeyi
İstanbul’un kent içi ulaşımında minibüslerin önemli bir yeri var. Altı bin 300 minibüs, her gün iki milyonun üstünde yolcu taşıyor. Bu İETT otobüslerinin (Özel halk otobüsü, metrobüs ve raylı sistem hariç) taşıdığı günlük yolcu sayısından bile fazla. Ancak buna bakıp minibüsü toplu taşıma seçenekleri ya da alternatifi arasında değerlendirmek yanlış. Zira çağdaş, taşımacılık sisteminde böyle bir model yok. Varsa da bizdeki gibi ana arterlerde çalışmıyorlar ve başıboş değiller...
Başıboş kelimesini özellikle bir kez daha vurgulamak istiyorum. Çünkü, minibüscülerin aşırı hız başta olmak üzere yaptıkları kural ihlallerine (ayakta yolcu almak, yol ortasında durmak, zik zak yapmak,sigara içmek, cep telefonuyla mesajlaşmak vb) yönelik şikayet o kadar çok ki... O nedenle Güngören’deki iki ölümlü kazadan sonra İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun, “Minibüslerin kaldırılmasına ilişkin Büyükşehir Belediyesi’nin çalışması var” sözleri anlamlı ve yeni bir tartışmanın habercisi. Peki bu mümkün mü?
‘Kazanılmış hak’
İstanbul Minibüscüler Esnaf Odası Başkanı Koray Öztürk, bunun olanaksız olduğunu söylüyor. Gerekçesini de 1986 yılındaki Bakanlar Kurulu kararına dayandırarak, “Bu tahditli
Kağıthane, Osmanlı döneminde eğlence ve dinlencenin merkeziydi. 1950’lerde ağır ve kimya sanayinin beşiği oldu. Fabrikaları, atıklarla kirlenen deresi ve çarpık yapılaşmasıyla en kötü örnekler arasına girdi. Şimdilerde ise hızla bir kez daha kabuk değiştiriyor. Deniz suyu takviyesiyle Kağıthane Deresi eski günlerine dönerken, fabrikaların yerini de milyon dolarlık rezidanslar alıyor. Lokasyon avantajıyla da Cendere Vadisi İstanbul’un en kıymetli yerleri arasında gösteriliyor. Bunun en büyük kanıtı da ülkenin önde gelen inşaat firmalarının vadideki tabelaları. Bölgede yapacağınız kısa bir turla bunların hepsini görmek mümkün...
Ama vadinin asıl önemi, eğitim, bilişim ve teknoloji merkezi olarak planlanmasından kaynaklanıyor. Çünkü bu on binlerce insana iş ve sosyo-kültürel dönüşüm anlamına geliyor. Vadideki 600 dönümlük bir alanın bu projeye ayrıldığını belirten Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, yüzde 50’sinin eğitim ve bilişim kurumları, kalanının da bunları destekleyecek ofis ve konut olacağını söylüyor. Bunu da “Yarının Kağıthane’si” diye tanımlıyor.
Üniversite geldi
Başkan Kılıç’a göre; projenin henüz hayata geçmemesine rağmen, üniversitelerin Kağıthane’ye gelmeye