Yazının başlığı, Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in yeni kitabının adı. Özdemir, önemli tarihçilerimizden biri. Atatürk üzerine yüzlerce araştırması ve onlarca kitabı var. Halen TBMM Parlamento Tarihi Araştırma Grubu Koordinatörü ve editörü. Harp Akademileri’nde ve Harp Okulları’nda da dersler veriyor.
Her kitabında yakın tarihimizin farklı yönlerini okuyucularıyla paylaşıyor. Yazdığı her satır, hurafelere değil, belgelere dayalı.
Kitapta değişik konularda, değişik analizler var. Bernard Lewis’ten Celal Bayar’a, Afet İnan’dan Akseki Hoca’ya kadar. 1951’de Diyanet İşleri Başkanı iken vefat eden Ahmet Hamdi Akseki Hoca’nın hazırladığı stratejik rapor da bunlardan biri. Din eğitimi ve din adamları konusunda öylesine çarpıcı tespitleri var ki, sanki bugünü anlatıyor:
Söz din derslerine geldiğinde bakın ne diyor:
“Bu dersler şunu da öğretecektir ki, bir Müslümanın tembel ve uyuşuk olması; dinini iyi bilmediğinden, Müslümanlık kendisine iyi anlatılamamış olmasındandır. Çünkü Müslümanlık,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan üniversite kontenjanlarının bu yıl yüzde 25 oranında artırılacağını söyledi. Bu konudaki nihai kararın, 22 Mayıs’ta yapılacak YÖK Genel Kurulu’nda verilmesi bekleniyor.
Kontenjan artışına, Başkan Özcan ve birkaç YÖK üyesi dışında sıcak bakan yok gibi. Özellikle de rektörler açısından. “Mevcut öğrencilere bile nitelikli bir eğitim verme konusunda büyük sorunlar yaşarken, kontenjan artışına sıcak bakmamız mümkün değil“ diyorlar.
Kontenjan artışına en çok sevinmesi gerekenlerin başında gelen üniversite adayları da kerhen destek sağlıyor. Pek çoğu dudak büküyor. “Artışın ne kadar olacağı önemli değil. Önemli olan, hangi fakültelerin kontenjanının artacağı. Tıpta, mühendislikte mi, yoksa artık mezunları hiçbir iş bulamayan fen edebiyat fakültelerinde mi? Yeni kontenjanları görmeden sevinmek olmaz“ şeklinde konuşuyorlar.
Son 10 gün içinde çok sayıda rektör ve YÖK üyesiyle görüştüm. Sanki ağız birliği
Üniversitelerde bahar şenlikleri var. Bu yüzden nereye giderseniz gidin tüm üniversiteler cıvıl cıvıl. Bahar şenlikleri ve etkinlikleri bir anlamda üniversitelerin kimliklerini de ortaya koyuyor. Kimisi şarkılı türkülü eğlencelerle kutluyor, kimisi de sanatsal etkinliklerle. Ama bu yıl dikkatimi çeken farklılıklardan biri, bahar şenlikleri çerçevesinde bilim ve teknolojiye yönelik projelerin bir şölen havası içinde sunulması. En çok ziyaretçiyi de onlar alıyormuş.
Panayır alanı gibi, ne ararsanız bulacağınız büyük organizasyonları ancak büyük üniversiteler ya da büyük kampusa sahip üniversiteler gerçekleştiriyor. Aynı anda kırk farklı noktadan, kırk farklı müzik türüyle karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Sihirbazlık gösterileri de var, defileler de. Güçlü sponsor bulanlar hemen her şeyi öğrencilerin beğenisine ücretsiz olarak sunuyor. Ama “gariban” üniversitelerin, şenlikleri de gariban oluyor.
Şarkıcı, türkücüler, eskiden yaz geldi mi fuarlara giderdi. Şimdiki
23 Nisan’da TBMM’de verilen resepsiyonda, sayıları çok fazla olmasa da smokin giyip papyon takanlar da vardı. Böylesi resepsiyonlar için alışılagelen bir giyim tarzı olduğu için fazla yadırganmadı. Ama genel çoğunluk kravatlı olduğu için fazlasıyla dikkat çektiler. Farklılık yarattıkları için de kendilerine fazlasıyla takılanlar oldu.
Ancak bu papyonlulardan bazılarını en fazla tiye alanların başında Başbakan Erdoğan geldi. Penguen gibi olmalarından başlayıp işi, söylemeye dilimizin varmadığı komik adamlığa kadar götürdü. Belli ki bugüne kadar hiç takmadığı, bundan sonra da takmayacağını söylediği papyona, görüntü olarak bir türlü alışamamış. Nitekim, Kraliçe Elizabeth’in ziyareti sırasında da hemen herkes smokin ve papyon peşinde koştururken, bu kez o, herkesin smokin giyip papyon taktığı ortamda aykırılığı tercih etti.
Bakalım nereye kadar? Hani eskiler, “Büyük lokma ye büyük konuşma” derler. Erdoğan da günün birinde smokin giyip papyon takacak mı? Tiye aldığı isimler o anı dört gözle
Bizim Mucitler’in Karadeniz elemelerini Samsun’da gerçekleştirdik. Çok çarpıcı projeler vardı. İlk kez iki birinci seçildi. Çünkü, hangisi birinci olsa diğerine haksızlık olacaktı. Projelerden ilki hiç harç gerektirmeyen duvar malzemesiydi. Tıpkı lego şeklindeki tuğla ya da briketler birbirine geçiyor ve çok sağlam yapıların inşa edilmesine olanak sağlıyordu. İkincisi ise yeni doğan bebeklerin topuğundan alınan kanla yapılan zekâ ölçümünün çok basite indirgenmesiydi. ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, ATO Başkanı Sinan Aygün ve Türkiye Zekâ Vakfı Başkanı Emrehan Halıcı’nın jüri üyeliği, 19 Mayıs Üniversitesi’nin de ev sahipliğini yaptığı Bizim Mucitler, gece saat 01.14’te yayına girmesine rağmen, kendi yayın kuşağında birinci olmakla kalmayıp çok daha erken saatlerde yayımlanan pek çok dizi, yarışma ve spor programını da geride bıraktı.
Türk halkı ciddi yayınlar izlemez diyenler için Bizim Mucitler çok çarpıcı bir örnek. Herkesin ayakta olduğu bir saatte
YÖK garip bir kurum. Kim başkanlık koltuğuna otursa, bir öncekini aratıyor. İlk başkan Doğramacı’ydı. 12 Eylül’ün en güçlü isimlerinden biriydi. İstediği gibi bir YÖK yasası çıkardı. Üniversiteleri tek tip hale getirdi. İstediğini rektör yaptı, istediği yere üniversite açtı. Herhalde bugüne kadar hiçbir teknokrat onun kadar eleştiri almamıştır. Ama gittiğine fazla sevinilemedi. Çünkü, yeni başkan Mehmet Sağlam’ın yaptıkları görüldükçe, daha yakından tanındıkça, Doğramacı aranmaya başlandı. En azından onun karizması, vizyonu, birikimi vardı denildi.
Sağlam da bir süre oturduğu koltuğun cazibesine kapılarak astığı astık, kestiği kestik bir başkan oldu. Rektörleri makam masasına ayak ayak üstüne atarak karşıladı. Gittiğinde oh be denildi. Ta ki Gürüz fırtınası esinceye kadar. Gürüz’ün katılığı, dediğim dedikçiliği, farklı görüşlere yaşam hakkı tanımaması, Sağlam ile kıyaslanmasını hatta zaman zaman aranmasını beraberinde getirdi.
Gürüz için gitsin diye
Üniversite önündeki yığılmanın en önemli nedenlerinden biri de hemen herkesin doktor, mühendis, yönetici olmak istemesi. Teknisyen, hemşire ya da sekreter olmak hiçbir zaman, hiç kimsenin öncelikli hedeflerinden değil. Ama sonunda, doktor olmak isteyen hemşireliğe, mühendis olmak isteyen teknisyenliğe, şef, müdür olmak isteyen de sekreterliğe razı oluyor, ama onu da bulamıyor.
Tanımlanmış ve eğitimi yapılan meslek çeşitliliği, ileri ülkelerde 9-10 bin civarında. Bizdeyse 1000’i bile bulmuyor. Bu yüzden de belirli mesleklerdeki kalifiye eleman sayısında aşırı yığılma var. İhtiyaç duyulan günümüz mesleklerindeyse yetişmiş eleman yok gibi. Özellikle de ara insan gücünde...
Batılı ülkelerde yapılan araştırmalara göre, bir sınıfın en çok yarısı üniversiteye gitmeyi düşünüyor. Diğer yarısı ise oto tamircisi, kuaför, itfaiyeci, şoför, kasap, yardımcı sağlık personeli ya da benzeri mesleklere yöneleceğini ifade ediyor. Oysa bizde neredeyse tüm öğrencilerin hedefi daha ilköğretimden itibaren
YÖK Başkanı, AA’ya uzunca bir demeç vermiş. Okudukça, eğitim, bilim, gençler kime emanet diye içim karardı. Aynı duyguya, üç gün önce, MEB Müsteşarı’nı dinlerken kapılmıştım. Her şeyin o kadar uzağındalar ki! Niye bu koltuklara oturtuldular? Aynı siyasi görüşten, daha donanımlıları yok muydu?
Siyaset ile bürokrasi birbirinden çok farklı. Bakanlık koltuğuna istediğinizi oturtabilirsiniz. Ama, YÖK Başkanlığı ve müsteşarlık gibi devletin en üst makamlarına sıradan atamalar yapamazsınız. Yoksa sistem çöker. Devletin devamlılığı sekteye uğrar.
Böylesi eleştirilerde, hemen dün-bugün kıyaslaması yapılıyor. Sanki dün yapılmıyor muydu deniliyor. Dün yapılan yanlışların bugün için mazeret olamayacağını artık görmemiz gerekiyor...
YÖK’ün görevi ne?
Özcan, üniversite önünde 1.2 milyon “çocuk” varken, kontenjanları artırmamak olmaz diyor ve ekliyor: Kontenjanlar yüzde 25 artacak. Nasıl? Bir formül geliştirmişler. Öğretim üyesi arttıkça