<#comment>#comment>Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Sabih Tansal aradı. Şaşkındı. Anlattıklarını dinleyince ben de şaşkına döndüm. Yazılanları okuyunca eminim siz de aynı şaşkınlığı yaşayacaksınız...
Eşit işe eşit ücret kararnamesi çerçevesinde gerçekleşen zam, üniversiteleri karıştırmaya devam ediyor. Profesör ve doçentlere dendi. Doçentlerin yarısı yararlanamadı. Profesörlerin tamamı dendi. Anlaşılan o ki onlardan da mağdur olanların sayısı hiç de az değil!..
Eğer profesörlükten emekli olup gidip evinizde oturuyorsanız zamdan aynen yararlanıyorsunuz. Yok eğer evde oturmak bana göre değil paraya da ihtiyacım var deyip gidip bir özel üniversitede ders vereyim diyorsanız yine sorun yok. En üst düzeyden zam alabiliyorsunuz. Ama öğrencilerinizden kopamayıp devlet üniversitelerinde saati üç beş milyon liraya ders vermeye devam ediyorsanız yandınız. Çünkü zamdan yararlanamıyorsunuz.
Böyle saçmalık olur mu demeyin. Bal gibi oluyor. Evinde oturana veriyor, dolarla ikinci maaş alana veriyor ama yol parasına bile yetmeyecek ücretle devlet üniversitelerinde ders vermeye devam edenlere yok olmaz diyor. Mantığını anlamak zor. Yoksa vakıf üniversitelerine bir kıyak daha mı! Burası
<#comment>#comment>12 Eylül'ün eksilerinin yanı sıra artıları da yok değil. Örneğin öğretmenevleri. Orduevlerine özenilerek dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam tarafından kuruldu.
Amaç; öğretmenlerin de kendileri için oluşturulan mekanlarda sosyal yaşamın içerisine daha ekonomik koşullarda girmelerini sağlamaktı.
Her ilde, ilçede açılmaya başlandı. Sayıları 800'e, yatak kapasiteleri de 17 bine ulaştı. Her öğretmenin artık Türkiye'nin neresine giderse gitsin kendisini kucaklayan bir öğretmenevi var. Kimi beş yıldızlı otelleri aratmayacak kadar görkemli, kimileri de sıradan kasaba otelleri gibi. Ama bulundukları ortamın önemli sosyal mekanlarından biri olduğu kesin.
Büyük kentler dışında şehre gelen protokol genelde öğretmenevlerinde ağırlanır. Aslında birçok kent için bulunmaz bir fırsat...
İçlerinde profesyonelce yönetilenler olduğu gibi bakkal Ahmet Efendi mantığıyla yönetilenler de fazlasıyla var. Garip olan bu kurumların 22 yıldır bir statüye kavuşturulmamaları. Hem MEB'e bağlılar, hem de değiller. Maliye onları birer ticari kurum olarak gördüğü için geçici olarak görevlendirilen idareci öğretmenlere hiçbir ek ödenek verilmesini onaylamıyor. Teşkilatlanması
<#comment>#comment>Vehbi Koç'un kurduğu Türk Eğitim Vakfı TEV'den sonra kızı Suna Kıraç'ın öncülüğünde kurulan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı da, griden siyaha dönüşen eğitim dünyamızın ufkunda bir yıldız gibi doğdu.
Kısa sürede Türkiye'nin en önemli sivil toplum örgütlerinden biri haline geldi. Eğitim denilince onlar düşünülür oldu. Attıkları her adımda farklılıklarını ortaya koydular.
Suna Hanım, on yıla yakındır bitmez tükenmez enerjisinin çoğunu bu vakıf bünyesinde eğitim ve çocuklar için harcadı. En büyük yardımcısı Koç Holding'den Cengiz Solakoğlu oldu. Olmaya da devam ediyor.
Yönetim direksiyonuna sırasıyla İbrahim Betil, Yılmaz Büyükerşen ve tekrar İbrahim Betil oturdu. Yönetim kurulu ve mütevelli heyeti üyeleri ise hep eğitime gönül veren saygın isimlerden oluştu.
Eğitim Gönüllüleri Vakfı, her açıdan bir ekol yaratmıştı. Ama bu yetmedi ki önceki akşam yapılan mütevelli heyeti toplantısında bir dizi yeni kararlar alındı.
<#comment>#comment>Vakıf üniversitelerinin sayısı hızla artıyor. 20'ye yaklaştı. Neredeyse hemen her 6 ayda bir yenisi kuruluyor. On yıl içerisinde ikiye katlanırsa hiç şaşırmamak gerekir.
İyi mi olur, yoksa kötü mü? Bu gidişata bağlı. Bu kafayla giderlerse pek çoğu ayakta zor kalır. Birkaçı dışında diğerleri de şimdi bazılarının yaptığı gibi ticarethaneye dönüşür.
Vakıfçılık, vakfetmekten gelir. Oysa bizim vakıf üniversitelerinin çoğu, devletten ve öğrencilerden aldıklarının ötesinde kendilerinin bir şey vakfettikleri yok. Ya devletin ve öğrencilerin sırtından vakıf ağalığı yapıyorlar ya da koca üniversiteleri aile şirketi gibi yönetiyorlar.
Üniversitelerin mütevelli heyetlerine bakın yeter. Bazılarında öylesine iş yoğunluğu içerisinde olan kişiler var ki; bir gün olsun gidip ne oluyor, bitiyor diye üniversiteyle ilgilendiği yok. Bazılarında ise babadan oğula geçen saltanat söz konusu.
Rektörlerin, dekanların, hocaların geleceği, patronların ya da diğer adıyla mütevelli heyeti başkanlarının iki dudağı arasında. Böyle üniversite mi olur?
Hep Batılı ülkelerdeki örnekler verilir. Onlarla kıyaslanır. Oysa onların vakıf üniversiteleriyle, bizimkilerin çoğu
<#comment>#comment>Siyaset, medya, YÖK, belediye ve daha aklınıza ne gelirse hemen her konuda torpilli bir konumda bulunan Bilgi Üniversitesi'yle ilgili dün yazdıklarıma Mütevelli Heyeti Başkanı Oğuz Özerden'den bilgi notu geldi. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'den de belediyenin haklarının nasıl gasp edildiğine ilişkin zehir zemberek açıklamalar.
Vakıf üniversitelerine karşı olmadığımı, hatta desteklenmeleri gerektiğini düşündüğümü bu köşenin sürekli okurları bilirler.
Eğitime gönül veren biri olarak özel, devlet fark etmeksizin herkese eşit mesafede yaklaşıp, objektif olmaya çalıştım. Eş dost ahbap ilişkilerinin, ideolojik ya da başka yakınlaşmaların çok uzağında oldum. İşin yasal boyutlarına ve hakkaniyet ölçülerine hep dikkat ettim. Birileri bu ölçülerin dışına çıktığında da hep eleştirdim. Her ne kadar birilerinin hoşuna gitmese de. Çünkü kamuoyunun bizden beklediği bu.
Dünkü yazıya ilişkin olarak önce Şişli Belediye Başkanı Sarıgül aradı. Kızgındı. Ah bu üniversiteden biz neler çektik diyordu. Çevresiyle birlikte 17 dönüme yaklaşan arazi Gülay Atığ döneminde üniversiteye adeta tepside sunulmuş. Mahkemenin belirlediği bilirkişi yıllığı bir milyon liraya
<#comment>#comment>Hürriyet Pazar’da Emel Armutçu’nun ilginç bir röportajı vardı. Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Oğuz Özerden’le Alo 900’lü seks hatlarıyla başlayıp Bilgi Üniversitesi’yle noktalanan serüveni konuşmuş.
Gazeteci olarak bu serüvenin en yakın tanıklarından biri olarak ilgiyle okudum. Konunun uzağında olanlar için ilginç hatta cilalı bir söyleşi olmuş. Ama pas geçilen hatta haksız payelere neden olabilecek o kadar çok eksikler var ki, madem konu açıldı ben de onları tamamlayayım.
Her şeyden önce Özerden’i her ne şekilde olursa olsun kazandığı parayı başka alanlara değil de eğitime yatırdığı için kutlamak gerekir. Ama bütün bu olanları bitenleri sıradan bir vatandaş olarak başardım ya da başardık derse yanıltıcı olur.
Para yok diye ağlayan devlet üniversitelerini eleştirerek "Biz, devlet yardımı almayı reddeden ilk ve şu anda tek vakıf üniversitesiyiz. Bu bir prensip meselesi..." diyor. Okuyan da helal olsun. Genç yaşta neler başarmış diye düşünüyor. Ama kazın ayağı farklı. Acaba kendisine ya da kendilerine şu destekler sağlanmasaydı Bilgi Üniversitesi bugün böyle konuşabilir miydi?..
Örneğin Kuştepe’deki merkez kampüsün yeri kimin?
<#comment>#comment>Önceki gün Kanal D Genel Müdür Yardımcı Yalçın Erceber ile televizyonların yayın kalitesi üzerine yaptığımız beyin jimnastiğinin detaylarını yazmıştım. Bu konu da o kadar çok mesaj ve öneri geldi ki şaştım kaldım. Meğerse televoleci yayınlardan artık hemen herkese gına gelmiş.
Konuştuklarıma, peki o halde niye ısrarla onları izliyorsunuz sorusunu yönelttiğimde, alternatifi var da biz mi izlemiyoruz. Bizimkisi zoraki izleme bu kimseyi yanıltmamalı diyorlar.
Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi bu konuda kabahatli sadece televizyon yöneticileri değil. RTÜK’ten reklam verenlere, sponsorlardan izleyicilere kadar hepimiz sorumluyuz.
Birilerinin bu konuda ortaya çıkıp bir şeyler yapmasının zamanı geldi de geçiyor. Tüm tarafları bir araya getirip herkesi memnun edecek kararlar bir an önce alınmalı ki daha fazla zaman kaybedilmesin.
Örneğin üniversiteler ne güne duruyor. İstanbul Üniversitesi bu işi üstlenemez mi?
Böylesi bir toplantıya kimler katılabilir? Sırasıyla bakalım:
<#comment>#comment>Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği zehir zemberek bir bildiri yayımladı. Milyonlarca öğrenci ve veliyi çok yakından ilgilendiren bu çok önemli açıklamayı muhtemeldir ki başka hiçbir yerde göremeyeceksiniz. Çünkü televole haberlerinden onlara sıra gelmeyecek!..
Zaten bizler yazsak, çizsek de siz kendiniz için çok önemli olanları değil kim kiminle ne yapmış onları okuyup, onları izleyeceksiniz. Tıpkı bugüne kadar olduğu gibi!..
Ama yine de intiharların, yanlış meslek seçiminin, uyuşturucuya yönelmenin, okuldan kaçmaların arttığı şu günlerde bu bildiriye kulak verelim. Her ne kadar Milli Eğitim Bakanlığı ciddiye almasa da belki dikkate değer bulan birileri çıkar.
Üç sayfalık bildirinin önemli paragraflarını birlikte okuyalım:
"Rehber öğretmenlik (psikolojik danışmanlık) bireyin kendisini tanıması, problemlerini çözmesi, gerçekçi kararlar alması, kapasitesini kendisine uygun bir düzeyde gerçekleştirmesi, kendisine uygun bir mesleği seçmesi, öğrenme becerilerini geliştirmesi, içinde yaşadığı topluma dengeli ve sağlıklı bir uyum sağlaması ve böylece kendisini gerçekleştirerek toplumla bütünleşmesini sağlayan koruyucu ruh sağlığı kapsamında