Endişeli patlıcan oturtma

14 Mart 2011

ÇOCUK tacizcisi Hüseyin Üzmez’in serbest bırakıldığı, cesareti, dürüstlüğüyle nam salmış gazetecilerin silahlı terör örgütü üyesi olmaktan tutuklandığı bir haftayı geride bıraktık.
Yazacak şey çok!
Yazacak şey yok...
Nuray Mert, “Doğru düşündüklerimizi özgürce yazamayacaksak, yazmanın anlamı yok dedi” ve köşesini boş bırakarak olup biteni protesto etti. Ece Temelkuran bu hafta köşesinde, siyasi analiz, görüş, eleştiri yerine, enfes bir zeytinyağlı fasulye tarifine yer verdi. Tarif enfesti enfes olmasına da... Artık gazetecilerin “özgürce” yazabileceklerinin sınırlarını göstermesi açısından, pek öyle enfes, hayra alamet değil, daha çok ürkütücü, düşündürücüydü.
İşte hal böyle iken sevgili okur, ben ne yazayım şimdi?
Normalin üstünde gazete okuyup, hararetle olup biteni takip ettiğim, anlamaya çalıştığım bir haftanın sonunda, yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda, aklımdan geçen cümle bu: “Ben ne yazayım, ne anlatayım şimdi?”

Yazının Devamı

Kadınlara mahsus bir yazı

7 Mart 2011

“KADINLIĞIMIZDAN bezdirdiniz!” Ben değil, anket sonuçları söylüyor bunu. Diyarbakır’da 16 yaş ve üstü 802 kadınla yapılan anket çalışmasının sonuçlarına göre, eşinden şiddet görmüş her 100 kadından 52’si “Dünyaya bir daha gelsem, kadın olmak istemezdim” diyor. Hak vermemek, ne hissettiklerini anlamamak mümkün mü?...
Ya siz? Seçme şansınız olsa, dünyaya kadın olarak mı yoksa erkek olarak mı gelmek isterdiniz? On puanlık uzmanlık sorusu!
Çevremdeki, görece daha iyi eğitim almış, sosyal açıdan daha rahat, daha açık yaşayabilen, genelde ekonomik özgürlüğü de olan kadınlara, aynı soruyu sordum yanıtların hemen hemen hepsi olumluydu.
Birçoğu giyim kuşamın, kadın aksesuvarlarının renkliliğinden, çekiciliğinden dem vurdu. Bir kısmı, kadınlararası başka bir dayanışma, daha sıcak, daha yakın, daha eğlenceli dostluklar, sohbetler olduğunu söyledi.
Yeniden kadın olarak dünyaya gelmek isteme sebeplerinin başında, tabii ki annelik geldi. Birkaç kişi, kadınlığın farklı bir mücadele olduğunu ve bu nedenle kadın olmaktan mutlu olduklarını söyledi. Birçoğu için ise, ancak kadın olunca iş dünyasının sevimsiz zorluklarından muaf olabilme hakkı vardı. Ve sadece bunun için bile kadın olmak daha

Yazının Devamı

Yumurta savaşları

28 Şubat 2011

NE zaman biter dersiniz bu yumurta savaşı?
Ne zaman yumurta, öğrencilerin gündeminde takım elbiselerle değil, tava, çay ve sıcak ekmekle anılır yeniden?
Şimdilik yanıt, çıkmaz ayın son çarşambası...
* * *
Yumurtaların hedefinde son olarak Sabah Gazetesi yazarı Emre Aköz vardı. Ankara ve İstanbul üniversitelerinden sonra, yumurtalar bu kez İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğrencilerin ellerindeydi.
Bir panelin konuşmacısı olarak üniversiteye gelen Aköz, bir öğrenci grubu tarafından yumurtalarla protesto edildi. Neyse ki artık hazırda bekletilen büyük şemsiyeler, takdire şayan bir hızla açıldı da, bu sefer kimsenin giysisi lekelenmedi.
Yok, benim endişem leke değil. Giysilerden yumurta lekesi kolay çıkıyordur ama giysi leke olunca açılan davalar kolay sonlanmıyor. Bakan Egemen Bağış’a yumurta atan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Nihal örneğin, iki yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor bildiğim kadarıyla. Ne demişti Bakan Bağış? “Siyah ceketimin sol kısmı kirlendi”

Yazının Devamı

Gençlere yer vermeyene, oy vermiyoruz!

21 Şubat 2011

SEÇİM ateşi düştü orta yere! Şimdi bir süre seyreleyin popülizmin katmerlisini, kulislerin en hararetlisini...
Boş yere açılım maçılım beklemeyin bu aralar. Taa 12 Haziran seçim sabahına kadar, hepsi askıya alındı. Demokrasi, açılım, istikrar değil, mümkün olduğunca nabza göre şerbet verme günüdür şimdi.
Hamasi konuşmaların, milliyetçi çıkışların dozu illa ki artırılacak... Açıktan ya da el altından karalama kampanyalarına başvuracak kimileri... Kimileri yaz günü çuval çuval kömür, buzdolabı vs taşıyacak şehrin yoksul mahallelerine. Kimileri “sokaktaki insanı”, esnafı, öğrenciyi, emekli teyzeyi, her nedense şimdi hatırlayacak.
Seçim tahminleri, manşet manşet gazetelerde yarıştırılacak. Koalisyonlar, taktikler, oy hesapları...
Tüm bu kaynar kazan içinde edeple, adapla, sorumluluk bilinciyle didinen siyasetçileri yok saymıyorum elbette. Ama ne yazık ki bu seçim dönemine de damgasını vuran, bu saygıdeğer azınlık olmayacak.
Pek de değişim vaad etmeyen, bildik bir tablo...

Yazının Devamı

Pınar Selek davası: Acı bir yılan hikayesi

14 Şubat 2011

YAKLAŞIK on yıl önce, İletişim Fakültesi’nde öğrenciyken üniversite gazetesi için, o sırada cezaevinde olan Pınar Selek’in babası Alp Selek’le bir röportaj yapmıştım.
Mısır Çarşısı’nda yaşanan patlamayla ilgili yargılanan Pınar’ın dava süreci bugün hala sürüyor. 28 yaşında gözaltına alınmıştı, bugün 40 yaşında.
Geçtiğimiz hafta üçüncü kere beraat etti. Onu tanıyanlar, sevenler, dava sürecini takip edenler büyük bir sevinç yaşadı. Ama ardından yine mahkeme savcısının, beraat kararına itiraz ederek, temyiz için Yargıtay’a başvuracağı haberi düştü orta yere.
Bitti derken yeniden başlayan acı bir yılan hikayesi...

Gazeteci ağlar mı?
Gencecik, güleç yüzlü, eli kelepçeli bir sosyolog, bir patlama, ölümler, çelişkili ifadeler, sokak çocukları... On yıl önce konu daha o kadar tazeydi, basında yer alan haberler o kadar muğlak ve çelişkiliydi ki aslında konunun tam olarak ne olduğundan habersiz gitmiştim baba Selek ile röportaj yapmaya. Tabii ben de 18 yaşındaydım ve siyasetin, devletin anti-demokratik, karanlık yüzünden pek de haberdar sayılmazdım.

Yazının Devamı

Defne’nin ölüsünün başına gelenler

7 Şubat 2011

DEFNE JOY FOSTER, ekranların deli dolu, muzip, enerjik, tatlı kızı... Bitmek tükenmek bilmeyecekmiş gibi akan enerjisiyle bizlere kendini tanıttı. Sonra bir gece, ölümün yaşamla ve gençlikle ne kadar yakın durabileceğini acı bir gülümsemeyle hatırlatır gibi ansızın aramızdan göçüp gitti.
Onun vefatının ardından, “Su testisi su yolunda kırılır” demiş fularlı, robdöşambırlı, ürkünç kahkahalı, kendinden 40 yaş küçük aşkları, pardon “sweetheart”- larıyla yaşadıkları dillere destan köşe yazarı... Diğer “muhafazakar yazarlar korosu”nun da başına geçmiş, bir ağızdan genç kadının içkili olmasından, geç saatte bekar bir erkeğin evinde bulunmasından dem vurmuşlar.
Konuyla ilgili bianet’te yer alan iki yazı ve bir haber sanırım söylenmesi gereken en önemli şeyleri oldukça güzel özetliyor.
Ayşe Tan yazısında, bu gencecik ölümün ardından medyada kopartılan ahlakçı, ikiyüzlü yaygarayı, “Medyanın namus cinayeti” olarak nitelemiş. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden sevgili hocam Doç. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver de, “Hıncal Uluç namus cinayetlerini kışkırtıyor!” sözleriyle durumun vahametini dile getirmiş.

Cahillikle zalimlik...
Yazılıp çizilenler neden mi “namus cinayeti”?

Yazının Devamı

Hepsi ‘kötü çocuklar’ın suçu!

24 Ocak 2011

BU aralar, otoriter demokrasi tarihimizden bildik bir tavırla, yeniden sık sık karşılaşır olduk. Hükümete, Başbakan’a yönelik bir eleştiri, bir protesto mu var? Statta, üniversitede, sokakta...
Protestoyu her kim yaptıysa, tez elden “illegal gruplarla bağlantılı” ya da “marjinal” olarak yaftalanıveriyor. Ondan sonra, bu protestonun içeriği neymiş, bu insanlar ne söylemek istemiş, hepsi boş artık! Şahane bir savunma mekanizması! Özeleştiriye hiç gerek bırakmayan, bir çırpıda tartışmanın üstünü örtüveren bir iktidar kalkanı... Marjinalize et, hedef göster ve sustur...
En son örnek, Galatasaray’ın yeni stadı Türk Telekom Arena’da, Başbakan Erdoğan’ın ıslıkla protesto edilmesinin ardından yaşandı. 52 bin kişilik stadı kuşatan ıslıklı protestonun, “Tekyumruk” adlı bir Galatasaray taraftar grubunun “kışkırtması” olduğu söylendi. “Kötü çocuklar”ın suçuydu yani tüm olup biten. Herhalde Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray yönetimi de böyle düşündü ki, protesto görüntülerini emniyete vermekte bir beis görmedi.
Peki ne olacak şimdi? Demokratik bir ülkede taraftarlar, Başbakan’a tepkilerini ıslık çalarak gösterdiler diye ceza mı alacaklar? Mesela en iyi ıslık çalanlar, daha fazla mı

Yazının Devamı

Kanuni, Mustafa Kemal ya da Kennedy...

17 Ocak 2011

MUHTEŞEM Yüzyıl dizisi üzerinden kopan fırtına, bir süre daha gündemin tozunu attıracağa benziyor. RTÜK, tarihçiler, Bakanlar, soyu hanedana dayananlar, medya, dizi yapımcıları ve son olarak “hassas ve tehditkâr” bir grup...
Hepsi tartışmayı bir yerinden kaşımaktalar.
Aslında bu sadece Kanuni ile ilgili bir tartışma değil. Örneğin Atatürk üzerinden de bu tartışma defalarca yapıldı, hâlâ da yapılıyor.
Atatürk’ü hasta, yalnız, rakı masasında ya da dayak yerken gösterdiler diye Can Dündar ve Zülfü Livaneli imzalı filmler ve son olarak Yalın Alpay’ın Genç Mustafa adlı çizgi roman çalışması topa tutulmadılar mı?
Yaşam öyküsüyle, çok izlenen bir televizyon dizisine konu olan Türkan Saylan’ı düşünelim ya da... Cüzzamla mücadelesinin arka fona yedirildiği bir senaryoda kurmaca aşk hikayeleriyle onu izlemek bir kayıp mıdır, yoksa bir kazanç mı bizler için?


Yazının Devamı