Hülya Hanım 8 yaşındaki oğlu Emre’yi gözünden bile sakınıyor. Onun yapması gereken her şeyi onun adına yapıyor, okulda yaşadığı minik tartışmalara bile müdahil oluyor, arkadaşlarıyla yaşadığı sorunlarda, tek tek arkadaşları ve hatta öğretmenleriyle konuşup sorunların çözümünü sağlıyor. Emre için hayat güzel, hayat onun için sadece keyiften ibaret. Bir diğer senaryoda ise, Hilal Hanım, ilişkilerinin başında eşi için her şeyi yapıyor, aman o yorulmasın, aman ilişkileri sıkıntıya girmesin diye evin küçük büyük tüm sorumluluklarını üzerine alıyor. Birisi ona, “Neden kendini bu kadar yoruyorsun?” diye sorsa muhtemelen cevabı, “Ne var ki, elime mi yapışacak!” olabilirdi.
Bu iki senaryoda da ortak olan noktalar var; bir koruyucular, bir de korunanlar. İnsanın sevdiği ve şefkat gösterdiği kimseleri koruması çok normaldir. Ancak bu koruma güdümüz olması gerekenden fazla bir noktaya geldiği zaman, hem koruyucuyu tüketir hem de korunanın gelişmesini engeller. Gelin beraber iki cepheden de bakalım:
Bir insan neden
Saygı görmek bu dünyada hak ettiğimiz değeri gördüğümüzün işaretidir. Ancak bazı insanlar, ne yaparlarsa yapsınlar, hak ettikleri saygıyı göremediklerini düşünüyorlar. Hem de çevrelerine bakınca, kendisi kadar özen göstermeyen, belki de diğer insanlara hoyratça davranan insanlardan çok daha az saygı gördüklerini görünce, bu durum onları üzebiliyor.
Ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un en meşhur eserlerinden Beyaz Gemi romanındaki kahramanlardan biri Mümin dededir. Mümin dede, yaşadıkları köyde, yardım isteyen herkesin işine koşar, elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya çalışır ve çok çalışkan bir insandır. Ancak buna rağmen köylüler Mümin dedeye hiç saygı duymaz, dalga geçerler, küçümserler. İşte birçok iyi niyetli insan, Mümin dedenin kaderini paylaşmaktadır. Elinden gelen çabayı gösterir ancak yine de saygı göremez. Bu yazımda, iyi niyetle yapılan ancak karşımızdaki insanlar tarafından yeterince değer görmemize engel olan bazı davranışlardan
Anne veya baba olmanın hep ne kadar değerli olduğunu ve kutsal yönlerini vurguluyoruz. Ebeveynler, çocuklarının ruh sağlığını, sağlıklı gelişimini ve geleceklerini düşünmek zorunda. Ancak eskiden bir şekilde alıştığımız kurallar çerçevesinde yürüttüğümüz bu görevler, içinde bulunduğumuz zorlu zamanlarda daha zor ve kafa karıştıran bir hale geldi.
Şimdi bir evin içine göz atalım. Melike Hanım, çalışan bir anne. 9 ve 11 yaşlarında iki çocuğu var. Eskiden sabah hep birlikte kalkarlar, servis çocukları okula götürür, bazen de baba Cemil Bey götürürken, kendisi de işine giderdi. Melike Hanım ve Cemil Bey çocuklarının sağlıklı gelişimi için koyduğu kurallar biraz dirençle karşılaşsa da çocukları tarafından kabul edilmiş durumda. Abur cubur yenilip yenilmeyeceği, tablette ne kadar zaman geçirileceği, kaçta yatılacağı gibi konular bir sistem içinde işliyor. Eskiden böyleydi ama pandemi süreci tüm kuralları altüst etti.
Melike Hanım ve Cemil Bey yeni normal dediğimiz düzende, evden
Bu haftayla ramazan ayına başlangıç yaptık. Ramazan denilince, neredeyse belli bir yaşın üstündeki herkesin geçmişteki ramazanlara özlem duyduğunu, beraber oruç açılan o neşeli iftar sofralarını hasretle andığını görebilirsiniz. Ben de bu gruba dâhilim. O sofraları hatırlayınca, sanki eski zamanlarda mutlu bir aile olmak çok daha kolaymış ve biz o zamanların değerini bilememişiz gibi hissediyorum bazen.
Ancak işin aslı böyle değil. Çoğu insan için daha mutlu olmanın şartı daha iyi maddi koşullara sahip olmak. Ancak biraz önce bahsettiğim özlemi yaşayan insanların belki de önemli bir kısmı, geçmişteki maddi imkânlarına oranla daha iyi durumda olsalar da, şu anda eskisi kadar mutlu hissetmeyebiliyorlar. Mutlu olmak için büyük şeyler beklerken, asıl mutluluk kaynağı olan küçük ve basit şeyleri gözden kaçırıyoruz. Bu yazımda, bugüne kadar karşılaştığım, mutlu olduğunu düşündüğüm ailelerin bazı ortak özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Belki de ramazan ayının getirdiği duygularla birlikte, bu
Birçok insanın, kendisine, dışarıdaki kötü insanlardan çok daha fazla zarar verdiğini gözlemliyorum. Kendine acımasız davranarak, sahip olduğu başarıları değersizleştirerek ve diğer insanlara olması gerekenden daha fazla değer vererek kendi haklarını yediklerinin farkında bile değiller. Bu insanlar sanki üzerlerine asılmış, “Verdiğim rahatsızlık için özür dilerim” yazan bir tabelayla geziyorlar.
Kendisine bu kadar acımasız olan insan, ironik şekilde diğer insanları memnun etme ve onlarının onayını alma çabasını çok fazla önemsiyor. Kendinden çaldığı hakkı, belki bunu hiç hak etmeyen insanlara veriyor. Böyle bir durumda ben karşına gelip, “Kendine rağmen, insanları memnun etmeye çok çalışıyorsun, bu sana psikolojik açıdan zarar verir” desem, çok büyük ihtimalle bana, “Ne var ki bunda, sadece iyilik yapıyorum, elime mi yapışacak?” diyebilirsin. İşte tam olarak böyle, bu sorunu yaşayan insanların birçoğu sanki bu durumu tercih ediyorlarmış gibi hisseder. Ancak durum böyle değildir. Bu insanlar istedikleri
Dünyada olan bitenleri acımasız olarak değerlendirsek de, aslında dünyanın biz insanlara bir garezi yoktur. Yani olan bitenler ne iyidir ne de kötüdür. Biz kendi bakış açımızla başımıza gelen olayları değerlendiririz ve bir sonuca varırız. “Ben bunu hak etmemiştim, başıma bunlar gelmemeliydi, mahvoldum” gibi yorumlar, başımıza gelenlerin kesin sonucu değildir. Bizim olayları yorumlayış şeklimizdir.
Rol modellerimiz
Örneğin, iş hayatında zorlu bir görevle karşılaşan bir kişi bunu kariyerinin bitişi olarak yorumlayabilirken, başka birisi yeteneklerini geliştirebileceği bir fırsat olarak değerlendirebilir. Ya da birisi sorunlu bir ilişkisi bittiği için kendisini yalnız ve terk edilmiş hissederken başka birisi üzerinden yük kalkmışçasına mutlu olabilir. Elbette çoğu insanın olumsuz olduğu konusunda birleştiği olaylar vardır ama günlük hayat içerisinde bunlar daha az karşımıza çıkan büyük hadiselerdir. Çoğu zaman düşünce alışkanlıklarımızla iyi ya da kötü olduğuna karar verdiğimiz olaylar yaşarız.
“Düşünce alışkanlıkları”
Son zamanlarda neredeyse birçok kanalda, insanın psikolojik sorunlarını kendine konu edinen diziler yayınlanıyor. Aldığım haberler bu dizilerin sayısının daha da artacağı yönünde. Bu sadece geleneksel medya için geçerli değil, aynı zamanda sosyal medyada, YouTube gibi platformlarda da bu tarz içeriklere rastlamak mümkün. Toplum olarak bu dizilere bu kadar ilgi gösterince, ben de konu hakkında önemli olduğunu düşündüğüm birkaç şeyi seninle paylaşmak istedim.
Psikolojik diziler popüler olmaya başladıkça, insanlar kendilerini ve geçmişlerini daha çok sorgular oldular. Son zamanlarda en sık duyduğum ifadelerden biri şu: “Ya psikolojik sorunlarım varsa ama bundan haberim yoksa?” Dizi furyasıyla aslında psikolojik bir problemi olmayan ama ne olur ne olmaz, bir gideyim diyen insanların benden randevu aldıkları durumlarla karşılaştım. Merak edilen konulardan biri de şu: Geçmişimdeki olumsuz yaşantılar beni şu anda ne kadar etkiliyor?
15 yıldır psikologluk mesleğini icra eden biri olarak, bu dizileri izlerken içimin daraldığını, oradaki dramın beni
"Kalabalık-lardan sıkılı-yorum, yoğun bir günün ardından sessiz sakin kafamı dinlemek istiyorum, çevremde bir sürü insan olacağına, beni anlayan az sayıda insan olsun yeter, filmlerdeki gergin ve duygusal sahnelerden çok etkileniyorum, aşırı vicdanım bazen zarar görmeme neden oluyor, olumsuz şeyler yaşadığımda etkisi uzun sürüyor ve çevremdeki insanlar hep hassas ve içedönük olduğumu söylüyor…”
Kendine dair, bu ve buna benzer şeyler gözlemliyorsan, sen de aşırı hassas bir kişiliğe sahip olabilirsin. Aşırı hassas kişilik yapısı psikoloji alanında yeni yeni konuşulmaya başlanan bir konu. Henüz bilimsel olarak kanıtlanmış olmasa da bazı insanların diğerlerine göre daha hassas ve duygusal olduğu, dış dünyadaki uyaranları daha yoğun hissettiği, empati becerilerinin çok daha fazla olduğu ve bu özelliklerin doğuştan getirildiğine dair çalışmalar mevcut.
Günümüzde, güçlü, umursamaz ve girişken olmanın insanlar için tek ve en ideal seçenek olarak sunulduğu bir dünyada, hassas insanlar kendilerini ait