Günümüzde en çok şikâyet ettiğimiz şeylerin başında, diğer insanların en çok kendilerini önemsemesi ve başkalarının haklarına saygı göstermemesi geliyor. Ama bu şikâyetlenmeyi, İstanbul’da sık karşılaştığım bir duruma, metrobüs paradoksuna benzetiyorum. Bildiğin üzere metrobüsler özellikle mesai başlangıç ve bitiş saatlerinde tıka basa dolu olabiliyor. Böyle bir zamanda dolu metrobüsün içindeysen, dışarıdan içeri geçmeye çalışanlara, “Daha nereye geliyorsunuz, üstümüze mi çıkacaksınız!” diye tepki gösterirken, aynı kişi ertesi gün dışarıda kalınca, “Azıcık daha sıkışın ne olacak, işe mi geç kalalım!” diyebiliyor.
Yani çoğu zaman şikâyet ettiğimiz dertlerin, başka hikâyelerde sebebi biz olabiliyoruz. Sadece kendini düşünme, bencillik ve hatta narsisizm söz konusu olunca da durum tam olarak böyle. İçinde bulunduğumuz çağda, sadece kendini düşünme, her şeye hakkı olduğuna ve kendisinin diğerlerinden daha üstün olduğuna inanma
Günümüzde sıradan bir insanın 24 saatinin birkaç saati sosyal medyada geçiyor. Twitter’da gündemi takip edip, Tiktok’ta eğlenceli videolar izlerken, kim ne yapmış diye Instagram’ı kontrol ederken bir de bakıyorsun saatler geçiyor. Gençlerin ve yaşlıların harcadığı saatler birbirine yakın, sadece zaman geçirdikleri sosyal medya mecraları farklılaşıyor. Bir yandan sosyal medya uygulamalarında saatler geçirirken, dizi film platformlarında arka arkaya diziler filmler izliyorsun. Hepsi çok keyifli ve zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamanı sağlıyor.
Aslında bu durum tesadüfi değil. Tüm sosyal medya sitelerinin, video, dizi ve film uygulamalarının, insan davranışını en ince ayrıntısına kadar araştıran psikologları ve bu araştırmaların sonuçlarını programlarına uygulayan yazılım mühendisleri var. Tek bir amaç var, senin o uygulamalarda daha fazla vakit geçirmeni sağlamak. İşte burada beynin ödül hormonlarından biri olan dopamin devreye giriyor.
Dopamin beynimizin salgıladığı hormonlardan biridir; birçok işlevi vardır. Bunlardan biri de
İnsan bir ömür içinde tek bir kişiymiş gibi yaşadığını zanneder ama neredeyse birkaç yılda bir, bir öncekine benzer ama farklı bir insan olabiliriz. Çocuk halin ile ergenlik dönemindeki halin, ilk gençlik zamanları ile yetişkinlik zamanlarındaki hallerin arasında bariz farklar vardır. Her biri farklı insanlarmış gibi, aynı zamanda birbirine benziyormuş gibi. Bu dönüşümlerin önemli bir kısmı normaldir, hatta öyle olması beklenir. Bir ömür çocuk ya da ergen gibi kalman ve davranman bir sorun olduğunu gösteren işaretlerdendir. Farklı kişiliklere dönüşmenin bu bahsettiğim şekli çok doğaldır. Ancak bir de beklemediğimiz değişiklikler bizi bambaşka bir insan haline getirebilir.
Daha önceki bazı yazılarımda da bahsettiğim üzere, insanın benzini umuttur. Umut bugünden yarına enerjimizi sağlayan, hayattan keyif almamızı mümkün kılan ana şeydir. Ama bazen yaşadığımız olumsuz olaylar, yaşadığımız kayıplar, toplumca yaşadığımız, pandemi gibi sorunlar hayata karşı umudumuzu yitirmemize neden olabilir. Ama umut birdenbire bitmez, yavaş yavaş azalır, farkına
Gün geçmiyor ki, gündemimizde canımızı sıkmayan bir olay olsun. Neredeyse her zaman toplumsal anlamda bizi üzecek olaylarla karşılaşıyoruz. Bir de uzun süredir pandeminin psikolojik etkileriyle baş etmeye çalışırken yangınlar moralimizi iyice bozdu. Bu kadar olumsuzluğun ardından, insanlardan en çok duyduğum şey, “Artık umudumuzu kaybettik” cümlesi olmaya başladı. Bu yazımda insanın en önemli ihtiyacı umuttan ve umudu canlı tutabilmenin yollarından bahsedeceğim.
1950’li yıllarda Amerika’lı Psikobiyolog Dr. Curt Richter, su sıcaklığının canlıların üzerindeki etkisini araştırmak için farelerle bir deney yapmaya karar verir. Deneydeki fareler, tırmanıp çıkamayacakları derinlikteki su dolu camdan bir tüpün içine atılır. Hatta farelerin suyun üstünde süzülüp dinlenmelerini engellemek için böyle durumlarda onlara su püskürten bir sistem bile vardı deneyde. Suya atılan farelerin çok büyük bir kısmı 15 dakikadan kısa bir
Sevilme ihtiyacı insanın varoluşunu sürdürebilmesi için elzem olan ihtiyaçlardandır. Sevildiğini bilen insan, attığı adımı daha sağlam atar ve bu dünyada yalnız olmadığını bilir. Her ne kadar hayatımızda az ya da çok bizi seven insanlar olsa da bazı dönemlerde özellikle kötü hissederken sevilmediğimizi ve sevgiye layık olmadığımızı düşünürüz. İşte böyle zamanlarda bu inanca yapışıp kalmak daha kötü hissetmene neden olur. Bu yazımda, sevilmediğini hissettiğin zamanlarda hatırlaman gereken bazı şeylerden bahsedeceğim.
Sevgiye layık olmadığını düşünen insan, sevgiyi hak edecek özelliklere sahip olmadığı ve kusurlu olduğunu düşünür. Sahip olduğu kusurlar gözünde büyür ve sanki diğer insanlar hep mükemmelmiş ve sadece kendisinin hataları varmış gibi hisseder. İnsanların duygularını fark edebilen bir kamera olsaydı ve o kamerayı kalabalık bir insan topluluğuna doğrultuyor olsaydık, ruh sağlığı yerinde olan herkesin kendisini biraz kusurlu hissettiğini görürdük. Kusurların senin kim olduğunu tanımlamaz, sadece senin ayırıcı
Diğer toplumlarda yaygınlığını bilmiyorum ancak bizim toplumumuzda küsme huyu oldukça yaygın olarak kullanılan bir iletişim biçimi. İletişim biçimi dedim ama bu davranış iletişimden ziyade kopukluğa sebep oluyor. Küsme huyunun sık karşılaşılan iki biçimi var. Birincisi, belirli bir tartışmadan sonra ortaya çıkan küslük, diğeri de belirgin olmayan ve küsülen tarafın tam olarak neden böyle olduğunu anlamadığı durum diyebiliriz. Bir tartışma neticesinde ortaya çıkan ve çok kısa süreli küslükler bazen faydalı bile olabiliyor, aradaki öfkenin soğuması ve tarafların birbirine daha sakin yaklaşabilmesi açısından. Ama sebep belli olsa da küslük uzun sürünce, ciddi ilişki sorunları ortaya çıkabiliyor.
İkinci tip küsme huyunu biraz daha detaylandırmak istiyorum. Psikolojide pasif agresif davranış olarak nitelendirdiğimiz bu küsme, kişinin kendi saygınlığına bir gölge düştüğünü hissettiğini algıladığı anda ortaya çıkıyor. Ancak bu huya sahip olan insanların saygınlık anlayışı organik olmaktan uzak ve çok
Lise döneminde başladığım sigarayı 11 yıl boyunca günde 1 paket olmak üzere aralıksız içtim. Çevremde beni seven birçok insanın ısrarına rağmen 11 yıl boyunca bırakmayı pek düşünmediğim sigarayı, bir sabah kalktığımda ciğerlerimde hissettiğim ağrı sebebiyle aniden bırakma kararı aldım. Benim için çok da kolay olmayan bir şekilde ama asla taviz vermeyerek sigarayı bıraktım. Bir kere bile içmedim. Bu durum 5 yıl boyunca böyle devam etti. Ta ki bir arkadaş ortamında, bir tek sigarayı yeniden içene kadar. Sadece bir sigara demiştim kendime, en fazla ne olabilir ki? Ama sonra durumun öyle olmadığı anlaşıldı ve yaklaşık 3 hafta içinde ben bıraktığım yerden yani günde 1 paketten sigara içmeye devam ediyordum. O tek sigara iki yıl daha sigara içmeme neden olmuştu. Çok şükür, sonrasında yine bıraktım ve bir daha o tek sigarayı içmeyi düşünmüyorum. Nasıl oluyor da aradan yıllar geçmesine rağmen, bir tek sigara bağımlılığımı tekrar başlatmıştı?
İşte burada psikoloji alanında yapılmış bir deneyden bahsetmek istiyorum: “Kırık camlar
İnsanlar içinde türlü potansiyeller barındırır. Bunlar diğer insanlara veya kendine zarar vermek de olabilir, tam tersi şekilde hem kendine hem topluma fayda sağlayacak işler ortaya koymak da olabilir. Yani insan dünyaya geldiği zaman içinde, hem bir katili hem de bir mucidi barındırır genel bir ifadeyle. Peki, insanın içindeki iyi ya da kötü ilerleyen zamanlarda nasıl öne çıkıyor; bazı insanlar iyiliği benimserken bazıları neden kötü oluyor?
Aslında bunun birçok sebebi var ama benim bugün değinmek istediğim kısım diğer insanlara yaklaşım şeklimizin onların kim olduğu üzerinde önemli bir etkisi olması. İlkokulda birazcık haylaz olan bir çocuk hayal et, öğretmenleri, ailesi herkes bu haylaz çocuğun ne kadar yaramaz olduğunu, böyle giderse geleceğinin pek parlak olmadığını, bir baltaya sap olamayacağını söyleyerek onu düzeltmeye çalışırlar. Ama maalesef bu tür müdahalelerin birçoğu tam olarak korktuğumuz şeyin gerçekleşmesiyle sonuçlanır. Şimdi aynı olayı, birazcık farklılaştırarak anlatayım. Yaptığımız