71 yaşındaki varlıklı bir erkek 17 yaşındaki yoksul bir kızla evlenir. Damadın kızları ayaklanır, evliliğin iptalini ister. Uzman görüşleri alınır, herkes 17 yaşındaki kızın hâlâ çocuk olduğunu ve bu evliliğin yasal olmaması gerektiğini savunur.
Ben bu durumda kimseyi yargılamamak gerektiğini düşünüyordum. Herkesi kendine göre haklı buluyordum. 17 yaşındaki kız için bu evlilik bir kurtuluş olabilirdi. 71 yaşındaki adam için hayatına bir heyecan, mutluluk katabilirdi. Damadın çocukları ve torunları içinse gerçekten sinir bozucu bir durumdu.
Herkesin haklı olduğu bir şeyler vardı. Sonuçta herkes farklı şeylerden mutlu olabiliyor. Onlar mutluysa gerisi kimseyi ilgilendirmez diye düşünüyordum.
Ta ki Halis Toprak televizyon kanallarında açıklamalar yapmaya başlayana kadar... Peygamber örneğini zaman aşımına uğradığı için hiç önemsemedim ama Toprak hâlâ evlilik yaşı konusunda konuşmaya ısrarla devam ediyor.
‘Ben şahsen 18’i 15’e düşürürüm’
Toprak’ın önceki günkü incilerinden bir demet, ‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 13 yaşında bir kız evleniyor. Ben olsam şahsen 18’i 15’e düşürürüm.’
Toprak bununla da hızını alamıyor ve diyor ki, ‘Ben 18 yaşında bir hanım bulursam niye
Geçen haftaki ‘Her modacı Paris Moda Haftası’na katılabilir mi?’ başlıklı yazı çok ses getirdi. Özellikle genç moda tasarımcıları posta kutumu mail yağmuruna tuttu, gerçekler ortaya çıktığı için çok mutlu olduklarını söylüyorlar.
Posta kutuma gelen maillerden biri de Paris Haute Couture Moda Haftası’na katıldığını söyleyen ancak defilesi resmi programda yer almayan Cengiz Abazoğlu’ydu.
Abazoğlu birçok bilgi içeren uzun bir mail yazmış. Bu haftaya katıldığını gösteren basın haberlerini de linklemiş.
Evet, aynı hafta içinde yapılan defileler yerli ve yabancı basında yer aldı. Bu güzel bir gelişme. Ancak bu ne yazık ki federasyonun resmi programında yer almakla aynı anlama gelmiyor.
Abazoğlu olaya yeni bir boyut daha eklemiş. Turquality hakkında bilgi vermiş.
‘Bu teşviğin temeli devlet eliyle 5 yıl boyunca kişiye/tasarımcıya yurtdışında markalaşması, mağazalaşması ve dolayısıyla teşvik sona erdiğinde kendi başına yol alacak duruma gelip “Türk tasarımcısı” olarak yoluna devam etmesidir. Dolayısıyla şu an bu teşvikten
Herkes birbirine aynı şeyi soruyor. Galatasaray’ın mor formasını gördünüz mü? Ben televizyonda kaptan Arda Turan’ın üstünde gördüm. Futbolcuların da teknik direktör Frank Rijkaard’ın da yüzlerindeki ifadeden hoşlanmadıkları belli oluyor. Hatta Rijkaard “Bu formayla sahada rakiplerimizi şaşırtacağız” diye iğneli sözler de sarf etti.
Kadıköy forması
Bu formayı kimin seçtiğini gerçekten çok merak ediyorum. Mor renk neye göre seçildi? Feminen bir renk. Gay’lerin simgesi. “Morarmak”... Hepsi unutuldu mu?
FB’lilerin eline böyle bir koz bile bile verilir mi? Şimdi her kafadan bir ses çıkıyor. “Bu formalarla sanki her hafta FB’yle oynamış gibi olacaklar” diyenler var. Kısaca “Kadıköy forması” diyenler de...
Ben bir FB’li olarak bile bu formayı görünce üzüldüm. Sonradan gözümüz alıştıkça seveceğimiz şeylerden biri olabilir mi diye düşündüm. Ama hiç sanmıyorum.
Kanımız sarı kırmızı akar diyenlerin kel alaka bir renk
Bizim modacılar New York ve Paris moda haftalarına katıldıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Hatta daha da ileri gidip Cengiz Abazoğlu gibi “Keşke benim gibi onlarca tasarımcı olsa” diyenler de oluyor.
Birçoğumuz duyduklarımıza inanıyoruz. Ama bu numaraları yemeyen de artık çok. Moda haftalarının tarihine denk getirip, o şehirde bir salon tutmakla ve orada bir defile yapmakla moda haftasına ne yazık ki katılmış olunmuyor. Moda haftaları çok titiz çalışıyor. Öyle her isteyen ya da her para bastıran bu haftaların resmi programına giremiyor. Belli bir yere gelebilmiş olmak gerekiyor buralara katılabilmek için.
Tarih ve salon yeter mi?
Cengiz Abazoğlu bize hâlâ Paris Haute Couture Moda Haftası’na katıldığını anlatıyor. Tabii ben de isterim böyle bir haftaya bir Türk modacının katılabilmesini. Ama sadece istemekle olmuyor işte, bir şeyler yapabilmek de önemli. Aynı tarihlerde, resmi programa girmeden güzel bir salonda defile yapmak da pekala bir başlangıç sayılabilir. Ama katılmadığınız, isteseniz de katılamayacağınız bir etkinliğe katıldım diye ortalarda dolaşmaya
Pazartesi günü bir son dakika kararıyla Deep Purple konserine gittim. Berlin’deki U2 konserine giden ve oradan canlı telefon bağlantısıyla konseri bana ballandıra ballandıra anlatan arkadaşlarımdan mı etkilendim bilmiyorum.
Deep Purple konserine gitmek istediğimi ilk söylediğim kişiler “Sen ve Deep Purple, nasıl yani?” dediler. İstiyorum işte deyip konuyu kapattım.
Hemen Mehmet Tez’i aradım. Müzik, konser deyince başka uzman tanımam. Onun tepkisi önemli. “Yaşlandılar ama gidilebilir” dedi ve beni destekledi.
Trafiğe girmemek mümkün
Şimdi ilk engel Kuruçeşme Arena’nın trafiği. Herkes şikâyetçi. Artık trafiğe girmemek için şehirde nasıl organize olunur, iyi biliyorum.
İş çıkışı doğru Aşşk Kahve’ye gidiyoruz. Bizim gibi yapan çok. Konser kalabalığından yer bulamayınca hemen yandaki Mia Mensa’ya geçiyoruz. Birkaç saat sonra da konser...
İçeri girdiğimde Deep Purple pijamalarıyla sahnedeydi. Arena kalabalıktı. Mehmet Tez bile sahne önündeki kalabalığa girememişti. Arkalarda itiş kakış olmayan bir yerde olan
Hafta sonu Tempo dergisi ve Binboa’nın hedonist partisi için Alaçatı’daydım. Parti çok eğlenceliydi, Alaçatı çok kalabalıktı. İşte Alaçatı notları...
* İlk gün Alaçatı Beach Resort’ta deniz, kum ve güneş... Deniz o kadar kalabalık ki... Girmeden önce kimseye değmeden nasıl ilerlerim diye kendinize bir rota çizmeniz gerekiyor. Gidiyorsunuz gidiyorsunuz su dizinize geliyor. İlerledikçe ayakta durmuş, kokteyl havasında sohbet eden tanıdıklara rastlıyorsunuz ve aralarına katılıyorsunuz. Çok açılayım da birkaç kulaç atayım derseniz son sürat gelen jetskilere hedef olabilirsiniz.
* Bodrum’un aksine burada podyuma dönmüş plaj havası yok. Evet, magazinden tanıdığınız çok insan burada. Ama nedense sörf yeri Alaçatı’da herkes daha rahat ve iddiasız.
* Akşam yemeğe Tuval’e gidiyoruz. Yemekler için değil, en stratejik noktada olduğu için. Geleni geçeni izliyoruz. Bu arada sütte levrek bizi şaşırtacak derecede lezzetli.
* Yemek sonrası Babylon’da Sezen Aksu
Deniz Akkaya’dan sonra Efe Önbilgin Onur Baştürk’e konuşmuş. Deniz’in söylediği her şeyi teyit etmiş. ‘Evet, çocuk istedik gerçekten’ demiş. Sonra da ayrıldıklarını ve Deniz’in 2 ay sonra arayıp hamile olduğunu söylemesini anlatmış. Bir de döktürmüş, ‘Eğer bunu ayrılmadan 2 ay önce, diyelim ki burada Sunset’te, söyleseydi ortalığı yıkardım sevinçten. Ama ne yazık ki ilişkimiz bitmişti.’ Veee yılın özlü sözünü söylemiş, ‘Çünkü bir ilişki bebek doğurur. Bir bebek ilişki doğurmaz.’
Efe Bey’in burada unuttuğu bir şey var. Bir kadının hamile olduğunu anlaması zaten en az 1-1.5 ay alıyor. Hamile kalır kalmaz anlamak ne yazık ki mümkün değil. O yüzden Deniz 2 ay sonra arayınca neden bu kadar şaşırıyor ki? 2 ay önce yaptıklarını, aldığı kararları nasıl bu kadar çabuk unutuyor? Daha doğmamış bebeğinin adını neden bebeğin annesi yerine bir gazeteciyle tartışmayı tercih ediyor?
Sadece Efe Önbilgin değil erkeklerle ilgili böyle bir durum var. Çocuk istemeyi
Leyleği havada gördüm. Bu yaz sürekli bir hareket halindeyim. Geçen hafta bir Güney Fransa turu yaptım. Daha Nicholas Sarkozy, Carla Bruni’nin adını yeni uçağına vermemişti. Her yerde Michael Jackson şarkıları çalıyordu.
Önce Cannes’la başladık. Cannes’da sahil boyunca uzanan, şık mağazalarla süslü cadde La Croissette’de gezerken sürekli Türkçe konuşmalara kulak misafiri olduk. Cannes Türkbükü’nün birkaç yıl önceki hali gibiydi. Nereye baksak tanıdık bir sima gördük.
Provence’ta bir köy
Oradan kafa dinlemeye Opio’ya geçtik. Opio, Cannes’a arabayla 15 dakika uzakta, Provence’ta bir köy. Çok huzurlu, çok yeşil bir yer. Tarihi doku çok güzel korunmuş. Ona rağmen şahane golf sahaları var.
Opio’da kalırken St. Paul de Vence’a uzandık. Orta çağdan kalma tarihi bir köy. Burada ressamlar yaşıyor. Çok sayıda sanat galerisi var. Mimari çok etkileyici. St. Paul de Vence çok küçük bir yer olmasına rağmen