8 yaşındaki bir kız, ilk filmiyle Almanya’yı fethetti. Hayatında sinemaya gitmemiş olan Elif Bülbül, “Mommo”nun başrolünde oynuyor. Hem de ne oynamak...
O kadar güzel bir öykü ki bu...
Filmin öyküsü kadar güzel...
Film içinde film...
Masum bir peri masalı...
Anlatayım:
Bazen bir an, insanın hayatını nasıl değiştirebiliyor. Âşık Veysel, cumhuriyetin 10. yılında Atatürk için bir destan yazmış.
Bunu, yaşadığı nahiyede çalmış söylemiş.
Nahiye Müdürü “Sen bunu Gazi’ye gönder” diye akıl vermiş.
Veysel de “Ben kendim götürürüm” deyip yola düşmüş.
Ankara o dönem İran Şahı’nı ağırlamaya hazırlanıyormuş.
Şehre hırpani kılıklıların girmesine izin yokmuş.
Veysel ise yoksul; sırtında kara koyun yününden bir ceketle pantolon, ayağında çarık var.
Avcılık tarihini hep avcılar yazdı. Duvarında asılı geyik boynuzları altında gururla poz veren avcıların cesaret ve isabet öyküleri yer aldı o kitaplarda...
Keşke geyiklerin kaleminden de bir “Avcılık Tarihi” okuma şansımız olsaydı.
O zaman tarihin nasıl farklı versiyonları, değişik okumaları olabileceğini görürdük.
Orada av muhtemelen, kanla yazılmış bir “geyik soykırımı” olarak anlatılır, duvarlardaki geyik başları da “soykırım kanıtı” sayılırdı.
* * *
“Osmanlı Tarihi”, bir de boğdurulan şehzadelerce kaleme alınabilseydi keşke...
Acaba onların kitabı da lisede okuduklarımız kadar şanlı mı anlatırdı imparatorluğun mazisini?.. Yoksa onların tarih kitabı, sayfaları arasından kan sızan bir cinayet romanını mı andırırdı daha çok?..
Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminin finalinde, boynu bükük yolcularıyla tünele giren tren, bir dizi soru işareti bırakıyor geride:
“O tünelden çıkış var mı?”
“Geriye, köye dönüş mümkün mü?”
“Dönüş çözüm mü?”
* * *
Hiç kuşkusuz cesur bir film yapmış Kırmızıgül...
Türkiye’nin son 15 yılına, binlerce cana mal olan “büyük tufan”ı, yarattığı insani trajediyle perdeye taşımış.
Ölene katlanılır belki; ama kayıp, dayanılmazdır. Ölünüzü gömer, yasını tutarsınız; kayıpsa açık bir mezardır, kapanmadan sahibini bekler.
Ölünün mezarı vardır. Kayıp yakınıysa, başında Fatiha okuyacağı bir taştan dahi mahrumdur.
Ölüm örtülmüş göz, bağlanmış ağız, atılmış topraktır. Kayıpsa umuttur biraz da... Ama her umut gibi beklettikçe çoğaltır acıyı... geciktikçe uzatır.
* * *
Sorgucular, 13 yaşındaki Davut’u aramaya geldiklerinde anası Hayat, 15 günlük loğusaymış.
1995 yılı kasım ayı...
“Oğlun nerede?” diye sormuşlar.
Yaklaşık yarım asır boyunca kabuğunu kırma, özgüven kazanma, yenilenme konularında kadınlara bir işaret fişeği oldu Ajda Pekkan... Son Kürtçe şarkı hamlesi, onun kariyerine de yakıştı, özgeçmişine de...
Ajda Pekkan’ı “Kadına şiddete hayır” konserinde Aynur’la Şivan Perwer’in “Keçe Kurdan”ını söylerken ve “Kızlar başkaldırın / Sesinizi duyurun dünyaya” diye haykırırken izlediniz mi?
Bu harika düeti beğenenler kadar yadırgayanlar da oldu.
Bazıları “Kürt kızları savaşa çağıran” bu şarkıyı fazla ajitatif buldu; bazıları da “Kürtçeyi de mi Ajda’dan dinleyeceğiz?” diye karşı çıktı.
Ben çok yakıştırdım.
Bu son çıkışta, onun geçen onca yıla, değişen bunca kuşağa rağmen her dem yeni, her daim “bambaşka biri” kalabilmesinin ipucu da var.
Liseden orta dereceyle mezun olmuş. Sakin bir kişilikmiş.
İçe kapalıymış.
Sevecenmiş.
Çok arkadaşı yokmuş.
Kızlarla arası bozukmuş.
Bilgisayar karşısında uzun saatler geçirirmiş.
Almanya’da eski okulunu kana bulayan 17 yaşındaki Tim, böyle biri...
Yeni televizyon programımız “Canlı Gaste”nin haber toplantısındaydık önceki gün...
Cumhurbaşkanı Gül, Tahran yolunda Obama ile dünyada yeni bir çağ açılacağını müjdelemişti.
Gündemin ikinci maddesi ise, TÜBİTAK’ın 200 yıl önce doğan Darwin’i sansürlemesiydi.
Canlı Gaste’nin editörlerinden Ayşegül Akın, iki haberi birleştirecek bir manşet önerdi:
“Hangi çağ?”
Gireceğimiz yeni çağ, çoktan bittiğini sandığımız “Ortaçağ” olabilir miydi?
NTV’de Canlı Gaste, Ayşegül’ün önerdiği manşetle çıktı.