<#comment>#comment>Mayısta "Dünya Basın Özgürlüğü Günü"nde kapımı çalan postacının getirdiği tebligatname ile "tebellüğ ettiğim" davadan beraat ettim.
Davanın konusu, Bayrampaşa'da ölüm orucu eylemcileriyle yaptığımız görüşmeden sonra yazdığım 2 yazıydı.
Suç duyurusu, yazılar yayımlandıktan aylar sonra, Adalet Bakanı'na eleştiriler yöneltmeye başladığım zaman gelmiş ve birbiri ardınca davalar açılmıştı.
DGM savcısı "Bayrampaşa Tutanakları"nda "örgüt propagandası yapıldığı"nı iddia ediyor ve 2 yazıdan dolayı 9 yıla kadar hapsimi istiyordu.
"Suç"um, tanık olduğum olayları köşemden kamuoyuna aktarmaktı.
Sonunda DGM savcısı, yazılarda "basın özgürlüğü çerçevesinde siyasal eleştiri yapıldığı", "gazeteci kimliği ile sübjektif kişisel izlenim, duygu ve düşünceler yansıtıldığı" ve "iddia edildiği gibi örgüt propagandası yapılmadığı" yönünde mütalaa verdi. Ve mahkeme de, iddianamedeki suç unsurlarının bulunmadığı hükmüne vardı.
<#comment>#comment>1994'te Fikriye Hanım üzerine bir belgesel hazırlarken Atatürk'ün yeni bir yönünü keşfetmiştim: Birlikte yaşadığı Fikriye ile sonradan evlendiği Latife'de onun iki ayrı yüzü gizliydi sanki:
Biri alaturka, diğeri alafranga yüzü...
Tıpkı müzik tercihinde olduğu gibi, "alaturka"da hoşlandığı tarzı, aradığı rahatlığı buluyor, ancak teorik olarak "alafranga" dinlemek zorunda olduğunu hissediyordu. O yüzden de kulağında "alaturka" nameler çınlasa da yüklendiği "tarihi misyon" onu, bir görev gibi "alafranga"nın kollarına itiyordu.
Bu yorumladır ki, Hıfzı Topuz'un son kitabını okurken (Gazi ve Fikriye. Remzi, 2001) M. Kemal Paşa'nın Fikriye ile imam nikahı kıydırdığı iddiasına hiç şaşırmadım. 1922 Türkiyesinde bir erkekle bir kadının - uzaktan akraba bile olsalar - aynı çatı altında yaşaması ancak bu şartla mümkündü.
Bu "alaturka nikah"tan 1 yıl sonra Paşa, "alafranga"sını Latife ile kıyacaktı.
<#comment>#comment>Hani o meşhur afişte Sam Amca, "Seni istiyorum" diye parmağını gözümüze sokar ya, biz de o çağrıya uyduk, sorgusuz sualsiz gidiyoruz Afgan ölüm tarlalarına...
Savaşa girecek 90 kişilik özel birliğin üstün yetenekleri vardır mutlaka ama buradaki asıl katkının "askeri" olmaktan ziyade "simgesel" olduğu kesin...
Bunu, önceki günkü mesajında Türkiye'ye övgüler yağdıran Başkan Bush da söyledi: "Türkiye'nin desteği, ABD'nin İslam'la değil kötülerle savaştığını gösterdi" dedi.
Kimse kusura bakmasın ama, bugünlerde George Bush bana, Çanakkale Savaşı'nda İngiliz ordusundaki Hintli Müslüman birlikleri Osmanlı ordusuna karşı savaşa sokarken onların kahramanlığını öven ve "Meraklanmayın Hilafetin başkenti İstanbul yine Müslüman kalacak" sözü veren İngiliz Başbakanı Llyod George'u hatırlatıyor.
* * *
<#comment>#comment>Kitaplar hem yazıldıkları devrin eseridirler, hem yazıldıkları devre ilham verirler.
Sayfalarına, ilk okurlarının ruh hali kazılıdır.
O sayfalar ki, zamanında kenarı kıvrılmış, arasında gül kurutulmuş, satır altları çizilmiş, yavukluya gönderilmiş, gözyaşıyla sulanmış, slogan diye bağırılmıştır.
Hayat denilen takvimin sayfaları yıldan yıla değişse de, hayatımıza damgasını vuran o başucu kitaplarının sayfaları, bir dönemin sessiz tanıkları gibi mağrur beklerler kütüphanemizin şeref locasında...
Arada çevrildikçe kırık dökük anılar dökülür içlerinden...
<#comment>#comment>ABD'de değişik adreslere postalanan şarbonlu mektupların ardında "uzman bir psikopat" mı var?
Dünkü Hürriyet, FBI'nin, bu eylemin dış değil iç kaynaklı olabileceği ihtimalini değerlendirdiğini yazıyor "şarbonlu mektup manyak bilim adamının işi mi" diye soruyordu.
"Unabomber"ı bilmeyenler, burada kastedilen "manyak"ın kim olduğunu anlamayabilirler. Bugün kısaca ondan söz edeceğim.
* * *
ABD, 1970'lerden 90'lara kadar 18 yıl çeşitli bilim ve teknoloji merkezlerine postayla yollanan bombalı paketlerle sarsıldı. Açıldığı anda infilak eden bu paketler, 3 kişiyi öldürmüş, 23 kişiyi yaralamış, ancak FBI, tarihinin en büyük insan avına çıktığı halde faili bulamamıştı.
<#comment>#comment>Bir an için şöyle bir sahne hayal edin:
Yarın sabah 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları Saray'da resmi kabul ile başlıyor.
Mehteran bölüğünün marşları ardından o gün için özel kaftanını giymiş olan Padişah önce Başbakan'ı kabul edip "bayramlaşıyor", ardından geçit törenini izlemek üzere "saltanat arabası"yla stadyuma gidiyor.
Halk, geçtiğimiz yüz yılda artık tamamen "sembolik"leşmiş bu makamda oturan Padişah'ı ve ailesini coşkuyla alkışlıyor.
Gece de Saray'da Cumhuriyet balosu var.
Herkes, hanedanın adetlerini takmayan deli dolu Prenses'in bu baloda kiminle dans edeceğini merak ediyor.
<#comment>#comment>1950'nin Eylül ayıydı.
Süreyya'nın Londra'daki odasının kapısı çalındı. Gelen kuzeni Gudars'dı.
"Birkaç fotoğrafını çekmek istiyorum" dedi ve Rolleiflex'i ile 17 yaşındaki zümrüt gözlü Pers güzelini değişik pozlarda görüntülemeye başladı. O kadar çok çekti ki Süreyya, "N'oluyor, Gudars?" diye sordu.
"Birisi Tahran'dan anneme mektup yazıp senin fotoğraflarını istemiş" dedi Gudars...
* * *
<#comment>#comment>5 yıl önce bir kaza oldu ve devletin kirli çamaşırları ortaya döküldü.
O günlerde her akşam 1 dakika için ışıklarımızı söndürdük, sokaklarda "çetelere hayır" diye bağırdık, hukuk devleti istedik.
Sonra "suçlular hesap verecek" sandık ve işin peşini bıraktık.
Oysa sanki gizli bir el, geçen 5 yılda Susurluk bağlantılı bütün davaları birer birer düşürdü.
"Kayıp silahlar davaları" af kapsamına girdi.
"Topal cinayeti davası"nda savcı, sanıkların beraatini istedi.