<#comment>#comment>"Abdürrahim Albayrak olayı", bu "şirin" ve "naif" yöneticinin kişisel çapını, Galatasaray takımını, yönetimini, hatta Galatasaraylılar’ı çoktan aşan ve "iki yüzlülüğü bir yaşam şekli haline getirenleri" bir tokat gibi çarpan, son yılların en önemli sosyo / sportif vakalarından biridir artık.
Abdürrahim Albayrak’ın başarılı olup olmadığı, yeni yönetimin teklifini kabul edip etmeyeceği ayrı bir konu. Popülaritesinin etnik ve ekonomik boyutlarını, yirmi yıldır bu göreve hazırlanan Canaydın yönetiminde aynı işi yapabilecek birinin neden bulunamadığını, falan tartışacak değilim.
Albayrak vakasındaki bireysel ve toplumsal duruşumuz, benim dikkati çekmek istediğim... Dönekliğimiz... Küçükken vurup, büyüdüğünde hazırolda durmamız.
Zaten Albayrak’la ilgili düşüncelerimi, onunla ilk röportajı yapan kişi olarak, aylar önce dile getirmiştim.
Magazinel bir kişilikti Albayrak. Ama, Galatasaray yönetiminde değil de, başka bir piyasada vitrine gelseydi, iyi niyeti ve samimiyeti yüzünden iki televolelik nefesi olurdu, o kadar...
Ne zaman ki, Abdürrahim Albayrak’ın pozitif sinyallerine, önce futbol takımındaki sporculardan, sonra teknik adamlardan aynı
<#comment>#comment>Elimle koymuş gibi buldum adamımı...
İki günlük sakal, hırpani bir tavır, fıldır fıldır bakışlar kafamda şimşeği çaktırdı.
Adım gibi biliyorum; ellerini çıkarmadığı ceplerinde, tomarla bilet var.
Hafiften yanaştım. Dirseğimle dirseğini dürttüm, görmüş geçirmiş bir tonlamayla, tuzak sorumu fısladım:
-Maraton kaç para?..
Mecbur olmasam girer miyim bu Maike Hammer havalarına?..
<#comment>#comment>Hoppala...
Sanki Galatasaray kongre üyesiyim.
Ne bileyim... Düşünüp de yazmamak, takiye gibi geldi bana.
Evet... Ben 23 Mart’ta oy verebilseydim Cansun’u seçerdim ve verdiğim oyun altına da not düşerdim:
"Bunu, Canaydın’a bir tavır olarak görmeyin".
Sadece, iki nüans yüzünden bu tercihim;
<#comment>#comment>Söz konusu olan Çırağan Sarayı ise, "Ben 20 yıl önce oralarda dolaşırdım" diyerek karizmanızı derinleştiremezsiniz!..
Beşiktaş antrenmanlarını izlerken, minyatür kanişlerin ağabeyi cüssesindeki farelerle köşe kapmaca oynadığımız Çırağan Sarayı’nın, adı saraydı o zamanlar.
Müdavimleri arasında en popüleri de, Amigo Orhan’dı.
Gençler hatırlamaz... Orhan, sigara isteğini reddeden adamı vurup, "biz beş kuruşluk sigara için 50 kuruşluk mermi yakarız" diyecek kadar "harbi" bir adamdı.
Neyse... Geçenlerde yine Çırağan Sarayı’ndaydım.
Kızkulesi’ni kadrajın merkezine oturtan, oymalı, yaldızlı, teraslı, özel bir salonda, Boğaz’ın sonu ile Marmara’nın başlangıç noktası ayaklarımın altındayken, iki "asilzade" ile kahvaltı ettim.
<#comment>#comment>İstediğimiz kadar debelenelim... Reddedelim... Görmezden gelelim...
Şike tümörü bedenimizin içinde bir yerlerde yumruk gibi duruyor işte!
Ya kesilip çıkarılması için akacak kanları ve acıyı göze alacağız, ya da kocakarı ilaçlarıyla kendimizi kandıracağız.
Ta ki, metastaz yapıp futbolumuzun yaşamsal organlarını etkisiz kılana dek.
Ölüm Allah’ın emri ama, korkak, haysiyetsiz ve sahtekârlara teslim olmuş kısacık bir ömre razı olacağız.
Var mı bunu isteyen?.. Yok...
<#comment>#comment>Ne var bunda şaşacak? Liverpool’da Cim - Bom ne yaptıysa, İzmir’de Göztepe aynısını yaptı Galatasaray’a... Rakibi gözünde büyütmedi. Körük gibi açıldı, kapandı. Orta sahada adım attırmadı. Topla buluşan her Galatasaraylı’nın önünde kalabalıklar yarattı. Fırsat bekledi, akıllı davrandı.
Bir de azim vardı Göztepe’de. Avrupalı rakibi karşısında asla teslim olmama azmi... Hani Cim Bom’un, Liverpool’da sahip olduğu gibi.
Sonra Göksel’in performansı, defansın soğukkanlılığı, oyun disiplini; hepsi bu kez Göztepe’deydi.
Müftüoğlu kronometresine bakana kadar, maçın esas sorusu "Acaba Galatasaray, amansız Avrupa temposunu mu sürdürecek, yoksa aktif dinlenmeye mi geçecek?" idi. Kesinlikle Galatasaray’ın tercihi olacaktı, Göztepe deplasmanının skorbordu. Bir Liverpool maçı enerjisi, arzusu, motivasyonu karşısında moleküllerine ayrılmayacak ekip, henüz Süper Lig’de bulunmuyordu.
Normal koşullarda hükümet tabibinden rapor almasına bile gerek kalmadan sakatlık nedeniyle istirahatlı olması gereken Galatasaray, Lucescu’nun da tercihleriyle hazırladı bu mağlubiyeti.
Ümit Karan ve Victoria’nın ilk on birde bulunmaması çok tartışılacak belli ki. Hasan Şaş’ın
<#comment>#comment>"Korkak Lucescu"...
Kendi sahanda oynuyorsun, bu nasıl taktik...
"Ruhsuz futbolcular".
Parmaklarını bile kımıldatmadılar..
"Duygusuz taraftar"...
Şu kıytırık Liverpool ile berabere kalmışlar, sırıtıyorlar.
<#comment>#comment>Küçük sürprizleri de olmasa, ticaret kadar tek düze ancak kârlı bir maçtı Denizli’deki.
Havai fişeklerle muhteşem bir start veren Denizli taraftarı, 90 dakikayı tiyatro seyircisi nezaketinde tamamlarken, Lorant’ın "hücum benim karakterimdir" özdeyişiyle sahaya çıkan Fenerbahçe’nin aslında tiyatro oynadığı anlaşıldı çok geçmeden.
Takım kurgusuna bakan, Fenerbahçe’nin büyük bir tahsilata geldiğini sanabilirdi Denizli’ye. İleri üçlü Serhat, Oktay, Revivo gibi gol kokan isimlerdi. Hemen arkada Rapajc de onlara katılacak ve bu kritik haftada bol golle bayram yapacaktı Fenerbahçe... Başka golcü olsa Lorant onu da koyacaktı ama, Andersson cezalıydı.
Orta sahaya da Simao gibi olgun bir futbol bilgini yerleştirilmişti. Ama sakatlığı atlattıktan sonra bir haftadır antrenman bile yapamayan Simao, "yatay" oynuyordu... Topla her buluştuğunda üçüncü adımda çimenleri yakından inceliyor, sağdaki Ogün’ün de durgunluğuyla orta saha, ortadan siliniyordu sık sık. - Yine de ikinci yarıda değişen ne Simao ne Ogün’dü ve Abdullah’ın yerine Johnson girdi - Siliniyordu ama, bir de silen vardı elbet. Rıza Çalımbay dersine iyi çalışmış, talebelerine "Fenerbahçe defansı ile hiç