<#comment>#comment>İngiltere’de çok sayıda kaçak, çok sayıda da "mülteci" Türk var. Kaçakların da ‘mülteci’lerin çoğunun da hedefi ‘ekmek parasını çıkarmak.’ Kaçaklar da mülteciler de bu işe aracılık edenlere önemli paralar ödüyor. İltica etmek isteyenler ‘ırk ve din ayrımı nedeniyle baskı gördüklerinden, polis tarafından takip edildiklerinden, Türkiye’ye iade edilmeleri halinde can ve mal güvenlikleri olmadığından kötü duruma düşeceklerinden’ söz ediyor.
İngiltere’ye kaçak gidenlerin de, iltica edenlerin de ilk işleri bulaşıkçılık. Çok sayıda Türk kebapçısı var. Türkler önce bu kebapçıların yanında bulaşıkçılığa başlıyor. Zamanla mutfağa, sonra tezgaha geçiyor. Sonra da kendi dükkanlarını açıyor. Yol yordam öğrendikten, biraz para biriktirdikten sonra dükkan ve ev almaya çalışıyor.
İngiltere’de ipotek karşılığı kredinin yıllık faizi yüzde 7 dolayında. Geçen yıl gayrimenkullerdeki değer artışı yüzde 16 dolayında idi. Bankalar dükkan ve evi ipotek ederek kredi veriyor. Bizim Türkler hemen dükkan ve ev alıyor. Bir süre sonra değer artışından yararlanmak için dükkanı, evi satıyor. Ya daha büyüğünü alıyor ya da değer artışını sermaye olarak kullanıyor.
Kebap işinde
<#comment>#comment>Dünyada neler oluyor neler? Bir zamanlar toprakları üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya’nın, koskoca Başbakanı, partisine yapılan 125 bin İngiliz liracık bağış uğruna, iş takip ediyor.
Olan biten İngiliz medyasına yansımasa idi, kimsenin haberi olmayacaktı.
İngiliz medyasının "ıcığını cıcığını" ortaya döktüğü hikayenin özeti şöyle:
Romanya hükümeti, özelleştirme programı çerçevesinde bir demir - çelik fabrikasını satışa çıkarıyor. İngiltere hükümeti Başbakanı Tony Blair, Romanya hükümetine "özel bir mektup" göndererek bu fabrikanın İngiltere’de yatırımları bulunan Hint asıllı Mittal isimli kişiye satılmasının İngiltere - Romanya ticari ve siyasi ilişkilerinin gelişmesinde olumlu rüzgarlar estireceğini belirtiyor. Bu mektubun etkisi var mıdır, yok mudur bilinmez, Romanya hükümeti demir - çelik tesisini Mittal’a satıyor.
Başbakan Tony Blair’in gene etkisi var mıdır, yok mudur bilinmez, Avrupa Yatırım Bankası’ndaki İngiltere hükümetinin temsilcisinin desteği ile bu banka da Hint asıllı işadamı Mittal’e özel kredi veriyor. Bu kredi ile işadamı Romanya hükümetine yapacağı ödemenin bir bölümünü karşılıyor.
<#comment>#comment>Londra’da "Greenlanes Avenue" adını taşıyan yolun sağındaki solundaki dükkanlar Türklere ait işyerleri. Hürriyet gazetesinin dağıtım şirketi de bu yol üzerinde. Bu şirket diğer Türk gazete, dergi ve kitaplarının da dağıtımını yapıyor. Yol üzerindeki dükkanlardan birinin vitrininde Türkçe "Kelkit Çay Evi" yazıyor.
Çay evinin sahibi Hürrem Keskin Kelkitli. Masaların üzerinde o günün Milliyet gazetesi. Çay evindeki diğer müşteriler de masaya toplandı. Çay ocağını işleten Rus hanım, ince belli cam bardaklarda "tavşan kanı" mis gibi çayları masaya dizdi.
Hürrem Keskin’e "Kelkit nire, Londra nire? Buraya nasıl düştünüz?" diye sordum. "Ekmek parası beyim" dedi. "Ekmek parası için kaçak olarak buralara geldik..." Ama siz şu Türklerin beceri gücüne bakınız ki, Kelkit’ten yola çıkıyor. Dil bilmiyor. Kaçak statüde... Londra’da yaşıyor. Ve de 7 yıl sonra kendi işyerini açıyor. Masamızda sohbete katılan Mustafa Güner, Selman Özer de kaçak gelenlerden. Londra’ya kaçak gelenler genelde lokantalarda çalışır, sonra kendi kebap salonlarını açarmış.
"Neden" diye sordum. "Dil bilmeyenin en kolay iş bulacağı yer lokanta. En az sermaye ile ve en kolay açılacak işyeri
<#comment>#comment>Gaziantepli Ahmet Üstünsürmeli anlatıyor: "İngiltere Kraliçe’nin memleketi. Ben Kraliçe’nin memleketinde baklavanın kralıyım. Başarımın ardında ise tek bir kişi var: Züğürt Ağa... Her şeyimi Züğürt Ağa’ya borçluyum.
Londra’ya dil öğrenmeye geldim. Bir Türk kızı ile evlendim. Türkiye’ye döndüm. Gaziantep’te ne yapmaya kalktı isem başarılı olamadım. Babam ‘hiçbir işte dikiş tutturamadığım’ için bozuluyordu. Karımı alarak ‘kaçak’ olarak tekrar Londra’ya döndüm. Para kazanmak için hurdacılık yapmaya başladım. Hurda plastik toplayıp Türkiye’ye satıyordum. Hurda ithalatı yasaklanınca topladığım mallar elimde kaldı. Battım.
Aç, biilaç, moral sıfır ne yapacağımı düşünüyorum. O sırada televizyonda ‘Züğürt Ağa’ filmini seyrettim. O filmde Şener Şen benim gibi hangi işe girse batıyordu. Ama yılmadı. Filmin sonunda çiğköfteleri tepsiye doldurdu. Satmak için yola düştü. Ümide doğru poposunu kıvıra kıvıra coşku ile yol alışı beni çok etkiledi.
Şener Şen’in yaptığını ben neden yapamayayım diye düşündüm. İstanbul’a döndüm. Gaziantepli Nuri Bilgeoğlu’nun yanına işçi olarak girdim. Baklava yapmayı öğrenmeye çalıştım. Gördüm ki bu iş kolay bir iş değil. Ben kendim yapamam.
<#comment>#comment>İngiltere’de yayımlanan günlük gazetelerde farklı kesimlerden insanların hayat hikayeleri verilir. Bu hikayelerden alınacak dersler vardır. Bu hikayeler okuyuculara şu veya bu şekilde yol gösterir...
İlgimi çeken üç hayat hikayesini sayın okuyucularıma aktaracağım.
Carol Stone, Londra’da yaşıyor. İngiltere’nin en tanınmış kadınlarından biri. Mesleği insanları birbiri ile tanıştırmak. Aşk için, evlilik için insanları birbiriyle tanıştırmıyor. İş için tanıştırıyor.
İnanılamaz ama, Carol Stone 17 bin kişiyi tanıdığını iddia ediyor. Adres defterinde 17 bin adres olması başka, bu kadar insanı tanımak başka diyor.
Carol şekerci bir ailenin kızı. Kent şehrinde doğmuş. İlk işi sekreterlik. Bristol’de BBC’de çalışmaya başlamış. Radio 4’te 1977 ile 1990 yılları arasında "Bir sorunuz var mı" programını yapmış. Ve de adres defteri bu program vesilesiyle kabarmaya başlamış. Bristol’deki evinde devamlı olarak davetler düzenleyerek tanıdığı insan sayısını artırmış. 46 yaşında iken, kendisinden on yaş büyük TV eleştirmeni bir gazeteci ile evlenmiş. Sonra karı koca Londra’ya taşınmış. Carol kocaman salonları bulunan bir ev kiralamış. Burası şimdi işyeri. Hem
<#comment>#comment>Sir Henry Tate (1819 - 1899) İngiltere’nin en büyük şeker fabrikatörü imiş. Küp şekeri keşfetmiş. Şeker zengini olunca 1870 yılından sonra İngiliz, Avrupa sanatçılarının resimlerini ve heykellerini toplamaya başlamış. Sonra da bunları sergilemek için bir müze binası yaptırmak istemiş. Millibank Hapishane binası, neoklasik şekilde müze olarak düzenlenmiş "Milli Galeri" olarak halka açılmış. Tate’in bıraktığı finansal imkanlarla 1954 yılına kadar faaliyetini sürdüren müze, daha sonra ek finansman kaynakları ile güçlenmiş. Bağımsız bir sanat merkezi halinde büyümeye başlamış. 1988 yılında Liverpool’da bir şubesi açılmış. 1993 yılında St. Ives’deki Tate Gallery binası tamamlanmış. 2000 yılında Londra’da eski kömür santralı binası yenilenerek Modern Tate Galerisi olarak faaliyete geçmiş.
Kömür santralında sergi
Londra’daki yeni, Tate Galerisi’ni gezdim. Nehir kıyısında 1947 yılında yapılan, kömür santralı binasını müzeye dönüştürmüşler. Kömür santralı binası zaten uyduruk bir bina değilmiş. Cambridge ve Oxford üniversiteleri kütüphanelerini ve de İngilizlerin kırmızı sempatik telefon kulübelerini çizen mimar, Sir Giles Gilbert Scoot’un eseri imiş. Kömürden
<#comment>#comment>Geçen haftanın ilginç haberlerinden biri Türk Demir Döküm Fabrikaları’nın iç pazardaki durgunluk nedeniyle üretimini tatil eden İnegöl’deki "Döküm Fabrikası"nın, dış pazardaki canlanma nedeniyle tekrar açılması ve de işçi almaya başlayarak, üretime geçmesi idi.
İnegöl’deki "Döküm Farikası" Avrupa’nın sayılı döküm tesislerinden biri, Türkiye’de benzeri yok. Radyatör ve kalorifer kazanı dilimi döker. Bu ürünler dökümde çok "hassasiyet / kalite" isteyen ürünlerdir.
İç pazardaki talebin daralması ile Döküm Fabrikası’nın kapatılmasına karar verilmiş ve 4 Şubat 2002’de fırınları söndürülmüş, işçileri çıkarılmış, kapısına kilit vurulmuştu.
Ama bu arada dış pazarda beklenmedik bir gelişme oldu. Avrupa pazarı için üretim yapan, kazan dilimi döken, Almanya’daki büyük bir döküm fabrikası kapandı. Avrupa’daki pazar boşluğunu başkalarına kaptırmamak için de İnegöl’deki fabrikanın açılarak hemen üretime geçmesi kararlaştırıldı.
Türk Demir Döküm Fabrikaları’nın ilginç bir büyüme hikayesi vardır. 1955 yılında İstanbul’da Haliç’te Silahtarağa’da faaliyete geçen fabrikanın iş hacmi artınca 1976 yılında Bozüyük’e taşındı. Bozüyük fabrikasında ürün çeşitliliğine
<#comment>#comment>Yabancı sermaye gelsin, Türk ekonomisi kurtulur diye bekliyoruz ya... İşte geldi. Fruko gazozlarını üreten fabrikayı satın aldı. Bu fabrikada kendi gazozu Pepsi Cola’yı üretecek. Türk sahibine 100 milyon dolar ödedi. Alan memnun, satın (kurtuldum diye) memnun... Şimdi gelelim yabancı sermayenin ‘fazileti’ne... Önce bir açıklama yapayım. Yabancı sermaye üç değişik şekilde gelir:
(1) Sabit sermaye yatırımı (fabrika) yapmak için gelir. Bina yapar, içine makine koyar, üretime başlar. Ülkeler için en önemlisi budur. Çünkü yabancı sermaye sahibi de elini taşın altına koymuştur. Canı sıkılınca çekip gidemez. Uzun süreli kalmayı göze almıştır. Ülkeye teknoloji, yönetim ve pazarlama becerisi de getirir. Ekonomik büyüklüğü korumak zorunda olduğundan devamlı büyür. Örnek: Fransızların Renault otomobil fabrikası. Japonların Toyota’sı.
(2) Yabancı sermaye portföy yatırımı yaparak da gelir. Bir şirketin hisselerinin tamamını veya bir kısmını, doğrudan veya borsadan alır. Borsadan hisse senedi toplayanlar genelde yönetim sorumluluğunu üstlenmeye niyetli olmayanlardır. Doğrudan hisse senedi alanlar, ülkede belli başarıya ulaşmış firmayı bütünü ile ele geçirmek