<#comment>#comment>Önceki gün açıklanan ekim enflasyon verilerinden sonra birçok yurttaşımız enflasyonun nerede duracağını merak edebilir. Açıkçası bu verilerden sonra biz bile nerede duracağı konusunda endişelenmeye başladık. Ama bazıları "kendim ettim, kendim buldum" diyecek. Şimdiden hatırlatalım. Tıpkı KDV indirimleri gibi! Neyse.
Bazı bilgileri verelim:
Aylık bazda ilk defa TÜFE ile TEFE’nin farkı kapandı. TEFE yüzde 6,7 çıkarken, TÜFE yüzde 6,1 çıktı. Bunun bir nedeni tüketim mallarına olan talebin artmaya başlaması, diğeri de maliyet enflasyonunun artık döngüsünü tamamlamaya başlaması. Yani maliyetlerdeki hızlı artışın diğer mallara yansıyabilmesi. Talepteki artışın buna elverir hale geldiği görülüyor. Ancak işin altı biraz eşelendiğinde bu artışın dayanıklı tüketim mallarından çok, gıda ve giyim gibi tüketim mallarında olduğu görülüyor. Her iki kalemde de artış yüzde 11 civarında. Diğer kalemlerde artışın yüzde 5’in altında kalması bunun kısmi bir gelişme nitelenmesine yol açabilir. Ancak IMF ile stand-by’da aralık ayında enflasyonun yüzde 2 olması taahhüdü de unutulmamalı..
Öte yandan ilk defa çekirdek enflasyonun, yani özel imalat sanayii fiyat
<#comment>#comment>Nihayet ABD, Türkiye’den resmen asker yardımı istedi. Bu bir şok yaratmadı. Çünkü bir süredir Türk hükümeti böyle bir talebi bekliyor, hatta böylesi bir talep karşısında nasıl bir yanıt vereceğini tasarlıyordu. Açıkçası, bu talep karşısında hükümetin sıkışmak bir yana, hafif dozda olsa da memnuniyetini sezinliyoruz. Çünkü Türk hükümeti biraz gecikmeli de olsa bu sürecin dışında kalmak istemiyor. Türkiye tasarladığı üzere bu talebe olumlu yaklaştı ve sembolik bir katkıda bulunacağını bildirdi. Sembolik ama son derece önemli!
Öncelikle ABD’nin neden böylesine bir talep içine girdiğini anlamamız gerekiyor. ABD kuşkusuz öngördüğünden daha zorlu bir Afgan sorunu ile karşılaşmış bulunuyor. Daha önce birçok uzman tarafından bu gerçek uyarılmış, ancak ABD tarafından kamuoyu baskısıyla küçümsenmiş, gözardı edilmişti. Ünlü Peştun komutan Abdül Hak’ın Taliban tarafından idam edilmesi bunu belirginleştirdi. Öte yandan hava harekatının sınırına gelindiği anlaşılıyor. Çünkü bu tür harekatlar çok riskli. Son zamanlarda sık sık sivil halkın bombalandığı görülüyor. Ve tepkiler artıyor.
Karşı taraf üzerinde daha az riskli olan, ancak daha çok zayiat riski taşıyan kara
<#comment>#comment>2002 yılı bütçesi elbette kolay bir bütçe değil. Ama elimizi vicdanımıza koyalım; hangi bütçe kolaydır ki. Hele hele Türk ekonomisinde.
2002 yılı bütçesinde temel olarak belli olan tek parametre var. O da bütçe - dışı fazla. IMF ve özellikle onun kumanda merkezi Amerikan Hazinesi (özellikle Bakan O’Neill’in akıl küpü, John Taylor) bu parametre üzerinde çok katı. Nedeni de basit. İç borç tuzağından kurtulmanın temel yolu böylesi bir fazla ile büyüme elde etmek. Bu zor olmakla birlikte bir kez rayına oturdu mu, başarı sağlanıyor. Örneğin İsrail’de iç borç milli gelirin yüzde 100’ünden yüzde 10’una inebilmiş.
IMF son aylarda diyor ki, "bu fazlayı önümüze koymanız yetmez. Nasıl elde edeceğinizi de göstermeniz gerekir." Hükümetin de somut önlemlerle bunu nasıl elde edeceğini göstermesi de IMF’ye sunması gerekiyor. Sonrası malum. Yine yüklü bir yardım ve aynı stratejinin bir kez daha denenmesi. 2002 yılında 2001 yılını bir anlamda yeniden sahneye koyacağız. Eğer birdenbire hızlı başlar ve toplumun beklentilerini olumluya çevirebilirsek başarılı olunabilir. Ancak hükümet - içi uyumun artması gerekiyor.
2002 bütçesinin iki parametresi çok önemli.
<#comment>#comment>Krizden bu yana ekonomideki bozuk yapıyı ve izlenen stratejiyi dile getiriyoruz. Zaman zaman ekonomi yönetimini eleştirdiğimiz de oluyor. Ama açıkça belirtelim; karşıt öneriler çok daha hatalı. İzlenen stratejinin ise genel olarak doğru olduğu kanısındayız.
Program açıklanır açıklanmaz iç borcun çok büyük olduğunu, ancak yıl sonuna kadar çevrilmesinde bir sorun görmediğimizi savunduk. Haklı çıktık. Takası savunduk. Haklıydık. Hem Hazine rahatladı, hem de kur büsbütün sapıtmadı.
Bundan dört ay önce vergi ve borç dışında düşünülen tüm kaynakların hayali olduğunu savunduk. Pek yanılmadığımız görülüyor. Krizden bu yana dalgalı kur sistemini savunduk. Çünkü biliyoruz ki, bunun dışında tüm sistemler riskli. Çoğu ülkede esnek olmayan kur sistemleri mali krizlere neden oldu. Ancak kur tahminlerimiz hayli hatalı çıktı. Bunun da üç nedeni oldu: birincisi, açık pozisyonda (net döviz borçlusu) olan özel bankalar döviz almayı sürdürdüler; ikincisi, vatandaş aldı ve tabii bir de bazı bankalar kurda manipülasyon yaptı.
Hazirandan bu yana sık sık üretimde ciddi sorunlar bulunduğunu belirttik. Fakat biz o yazılarımızda ağustos ayı itibariyle canlanma beklediğimizi
<#comment>#comment>Önceki yıl IMF, yıllık toplantılarını Washington’a alma kararı vermişti. 11 Eylül’de New York’da ikiz kuleler saldırıya uğramasaydı, eylül sonunda Washington’da IMF ve Dünya Bankası’nın ortak yıllık toplantısı yapılacaktı. Bu iptal, küreselleşme karşıtlarının olağan protestolarını da suya düşürdü. En azından şimdilik. Önceki hafta The Economist dergisinde bu eleştirileri yanıtlayan bir araştırma yayımlandı. Özetleyelim;
ABD’nin 2000 yılında 1,2 trilyon dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımından düşük gelirli ülkeler yüzde 1 oranında, gelişmekte olan ülkeler ise yüzde 18 oranında yararlanabilmiş. Yani zengin zengine yatırım yapıyor.
ABD dış ticaretinin yüzde 1’ini düşük gelirli ülkelerle yapıyor. Yüzde 80’ini ise diğer gelişmiş ülkelerle yapıyor. Yani zengin zenginle ticaret yapıyor. Küreselleşme yanlıları bu durumu fakir ülkelerin teknolojik geriliğine ve zaten düşük gelirli olduğundan ticaret yapacak mallarının bulunmamasına bağlıyor. Olabilir. Ama bunu değiştirmeye yönelik bir irade var mı?
Makale küreselleşmenin işçileri yoksullaştırmadığını savunuyor. Çokuluslu şirketler gelişmiş ülkelerde diğer yerli firmalara göre yüzde 50 daha fazla
<#comment>#comment>Birkaç akşam önce CNN - Türk kanalında Nuri Çolakoğlu’nun konuğu olarak Devlet Bakanı Kemal Derviş’i seyrederken "söylemek istediklerini" çıkarmaya çalışıyordum. Dönüp dolaşıp sözü hükümetin "eşgüdümü"ne getiriyordu. Oysa bu hükümette eşgüdüm sorunu pek bulunmuyordu. Üç parti gayet iyi anlaşıyorlardı.
Derviş’in söylemek istediği eşgüdüm sorunu olsa olsa kendisi ile hükümet arasında olabilirdi. Bu hükümetin, beceriksizlikle ülkeyi ekonomik depreme soktuktan sonra, dışarıdan davet ettiği bakanın popülaritesinden rahatsız olunca çatıştıklarını dünya alem biliyor. Oysa bakan başarısız olursa, hiç de sandıkları gibi prim yapmayacaklar, aksine büsbütün gömülecekler! O nedenle eşgüdüm şart. Birbirlerine mahkumlar. Bunu hükümet hariç herkes biliyor. Ve başarısız olursa sandık hüsran olacak. Tarım Bakanı Gökalp’in destekleme fiyatlarında talep ettiği popülizm Derviş tarafından engellenince, hükümet doğru politika yerine, Derviş’i yalnız bırakmayı yeğledi. Sonra Telekom krizi çıktı. Sorun; MHP’li militanların Telekomünikasyon Üst Kurulu’na atanmasıydı. Bu anlaşmazlıkta da hükümet doğruyu değil, Derviş’i yalnız bırakmayı tercih etti. Şimdi de söz konusu olan Devlet İhale
<#comment>#comment>Reel sektörün sorunlarına bankaların eşgüdüm içinde yaklaşımını sağlayan Londra yaklaşımı geçtiğimiz günlerde Odalar Birliği tarafından açıklandı. Böylece zordaki şirketlerin yeniden yapılandırılmasına girişilecek. Ancak bundan önce başka da adımlar gerekiyor:
* Yasal ve mali sistemlerin işlevsel hale getirilmesi,
* Yargı sisteminde etkinlik,
* İflas ve tasfiye yasalarında etkinliğin sağlanması,
* Birleşme ve satın alma uygulamalarının yaygınlaşması,
* Ticaret yasasının gelişmiş düzeyde olması, başlıcaları...
<#comment>#comment>Bir süredir ekonomide reel sektör tartışmaları hararetlenmiş bulunuyor. Finansal krizler sonrası reel sektörün çöktüğü bilinen bir gerçek. Eğer mali kesim kredi veremeyecek duruma düşerse, reel sektör de bir süre sonra çuvallıyor. Ancak krizlerin reel sektör üzerindeki olumsuz etkileri yalnızca kredi olanaklarının kurumasından kaynaklanmıyor. Talebin düşmesi satışları sınırlarken, artan maliyetler fiyatlara yansıyınca firmalar daha zor duruma düşüyor. Karlılık düşünce özkaynaklar eriyor. Ve nihayet mevcut döviz kredileri devalüasyonla büsbütün ödenemeyecek duruma gelebiliyor.
IMF politikalarının genellikle reel sektörle ilgilenmediği biliniyor. Çünkü aslında IMF yalnızca ödemeler dengesi sorunlarını aşmak için kurulmuş bir kurum. Ancak IMF’ye eleştiriler de işte buradan, misyonunu sınırlı görmesinden kaynaklanıyor. Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı (ve çiçeği burnunda Nobel ödülü sahibi) Joseph Stiglitz’in eleştirisi de buydu. Önceki gün Milliyet’te Derya Sazak’ın sohbetinde değerli iktisatçı Profesör Ziya Öniş’in de yansıttığı bu; IMF politikalarının reel sektör ve gelir dağılımı kaygısının olmaması.
Türkiye örneğine gelince işler biraz