<#comment>#comment>Geçtiğimiz günlerde üç ekonomistle görüştüm. Birini de ilgiyle okudum. Bunlardan ilki Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden, çok değer verdiğim ve uluslararası şöhrete sahip Profesör Merih Celasun’du. Merih Hoca’yı televizyon programıma ikna etmek için açtığım telefon haliyle ekonomi politikalarının tartışmasına dönüştü. (Hoca peşini bırakacağımı sanmasın, şimdilik atlatıldım)
Prof. Celasun’un söyledikleri şöyle özetlenebilir:
1) Geçen program önemli bir fırsattı, çünkü enflasyonist beklentilerle (inertia) mücadele ediyordu.
2) Bu programın bel kemiği olan sıkı bütçe politikasından vazgeçmek başa dönmek olur. Bu yanlışa en azından IMF izin vermeyecek görünüyor.
3) Kur politikası tartışmasına girmek gereksiz.
4) Reel sektörle ilgili yapılabilecek elbette çok şey var. Örneğin DPT’nin tüm ekonominin önünü açmada etkin olabilecek sektörleri saptamak için bir girdi - çıktı analizini ele almasında yarar var.
<#comment>#comment>Aylardır siyasal güven sorununun uygulanan ekonomi politikasının başarısını engellediğini dile getiriyoruz. Bir türlü kulak asılmayan bu konu büyük işadamları tarafından dile getirilince, birdenbire önem kazandı. İşadamlarının iki talebi var. Birincisi, popülizm. Katılmıyoruz! İkincisi, siyasal değişim arzuluyorlar. Katılıyoruz.
Siyasal güven sorunu rakamlarla bile ifade edilebilecek nitelikte. 29 Eylül 2000 tarihinde ülkede 40 milyar dolara yakın döviz mevduatı vardı. Oysa 14 Nisan 2001 tarihine gelindiğinde bu 31 milyar dolara düştü. Yani tam 9 milyar dolarlık bir döviz mevduatı azalması oluştu! Bu para TL’ye dönmüş olabilir mi? Elbette hayır. Olsa olsa yurtdışına kaçmıştır. Ama bir olasılık daha var. Antep kasası! İlk aşamada, yani kasım ve şubat krizleri arasında, döviz mevduatlarındaki azalmanın en az 2 milyar dolar olduğu gözleniyor. Geri kalanı, yani tam 7 milyar dolar, şubat sonrası azalmış!
Gerçi bize kalırsa bankadan kaçan para daha fazla. Birincisi; ocak ayı ile nisan arası dönemde repo hacimlerinde de ciddi azalışlar meydana geldi. Bu azalışın en az 4 milyar dolar olduğu gözleniyor. Gerek TL mevduatlarda, gerekse diğer yatırım
<#comment>#comment>Dün Prof. Baran Tuncer Radikal gazetesindeki sütununda fevkalade bir yazı yazmış. Tuncer’in görüşleri özetle şöyle:
1) Uygulanan program ne denli yerinde olursa olsun, kurdaki ve faizdeki gelişmeler programı başarısız kılıyor,
2) 2002 bütçesinde (Keynesgil biçimde) açığı artıracak politikalar böylesi bir ortamda daha tehlikeli olacak, yükselmekte olan enflasyonu büsbütün azdıracaktır,
3) Kur politikasında böylesi bir ortamda belirleyici olmak çok zordur. MB tüm rezervlerini bile yitirebilir.
4) Ancak üretimde ciddi sorunlar da belli yöntemlerle giderilmelidir. Bunun da görünen tek yolu para ve kredi politikalarında üretilecek çözümlerdir,
5) Her şeye rağmen, siyasal güven (bu da ancak değişimle olabilir) sağlanmadan gerçek bir çözüm sağlanamaz.
<#comment>#comment>İşler hazirandan bu yana iyi gitmiyor. Büyüme hedefi sürekli ters yönde revize ediliyor. Enflasyon yükseliyor. İşsizlik artıyor. Dar gelirlilerin sıkıntısı dayanılmaz boyutlara ulaşıyor. Uygulanan program da haliyle yoğunlaşan dozda eleştiri alıyor. Çünkü ortada, yavaş bile olsa, iyileşme gözlenmiyor. Üstelik bu duruma nasıl düştüğümüz anlaşılmıyor.
Geçen programa dönelim. 1999 yılı sonunda ekonomi yüzde 6,4 küçülmüş, enflasyon (TüFE) yüzde 69’a tırmanmış, faizler yüzde 85-95 bileşik aralığına yapışmış, kamu borçlanma gereği milli gelir içinde bir yılda yüzde 9’dan 15’e fırlamış, iç borç 42 milyar dolara, dış borç da 103 milyar dolara dayanmıştı. Özetle, Türk ekonomisi berbat bir durumdaydı. Üstelik uygulanan politikalar, bu şoklara karşı herhangi bir esneklik sağlamıyor, aksine sorunları erteleyerek biriktiriyordu.
Biçare IMF’ye koştuk. Kronikleşmiş enflasyonu yenmeyi amaçlayan bir program tasarlandı. Aynı zamanda büyümenin canlanması ve borçların oransal olarak düşmesini de hedefliyorduk. O sırada cari işlemler fazlalığı nedeniyle dış sorunun çıkmayacağı ve çeşitli kesimlerin programa uyması varsayılıyordu. Yüzde 25’lik devalüayon hedefi kondu. Kira
<#comment>#comment>Ünlü ekonomist Solow önceki gece Eczacıbaşı’nın evinde konuktu. Kısmet bu ya, yemekte yanına düştük. Bol bol sohbet etme olanağı bulduk. Solow Amerika’da milli gelirin yüzde 2.1’ine ulaşan bütçe fazlasının bir fırsat olduğunu ve harcanarak ekonomik durgunluğun aşılabileceği düşüncesinde. Buna katılmamak mümkün değil. Ama muhafazakar Bush yönetimi bunu uygular mı, bilinmez. Hele hele Stanford’lu tutucu ekonomist John Taylor Amerikan Hazinesi’ne akıl hocalığı yaptıkça bu çok zor.
Solow’la Türkiye’deki mali krizden çıkış yollarını da tartıştık. Ekonomik durgunluktan, maliye politikasında belli bir gevşemeyle, çıkmanın olası olup olmadığını sorduk. Çok sıkı bir bütçe politikası izlediğimizi, ekonomi hızla daralırken bile milli gelirin yüzde 6’sı kadar bir fazlalığa ulaşabildiğimizi söyledik. Tam Solow benzer bir politikanın bizde de düşünülebileceğini hatırlatırken, kendisine iç borcun düzeyini ve bütçedeki faiz yükünü aktarıverdik. Solow’un yüzünü TV’ler göstermeliydi. Hayretler içinde kaldı: "Sizin işiniz çok zormuş!" dedi. Ve ekledi, "Sakın sapmayın, işiniz zaten çok zor, daha da zorlaşır". Tabii Nobel ödüllü Solow’u küçük görüp "onlar burayı anlamaz" gibi alaturka
<#comment>#comment>Geçenlerde Londra’dayken London School of Economics’in kitapçısına uğramış, gözüme bir kitap kestirmiştim. Bu, Frank Hahn ile Robert Solow’un belki en yeni yapıtıydı: "Modern Makroekonomik Teori üzerine bir kritik özet". Böylesi ekonomistlerin yapıtları hep ufkumu açmıştır. Hahn deyince aklıma makroekonomideki teknik analizleri gelir. Hatta Hahn’dan herhangi bir makaleyi öğrencilerime verdiğimde mutlaka canları sıkmış olurum. Solow ise son yarım yüzyılın en şöhretli büyüme ekonomistlerindendir. Solow, büyümeyi özellikle teknolojik gelişmeye bağlayarak, modeller geliştirmiş, nihayet 1987 yılında Nobel ödülüne ulaşmıştır. En önemlisi Solow Amerika’da Demokrat Partinin Keynesyen olup belki en bilinen danışmanıdır.
Solow dün İstanbul’da bir konuşma yaptı. Önce IMF’nin reçetelerinin yerel koşullardaki farklılıkları gözetmemesi ve benzeşmesi nedeniyle üstü kapalı eleştirdi. Hatta Leo Tolstoy’un Anna Karenina romanından çok ilginç bir deyişi dile getirdi: "Bütün mutlu aileler benzeşirler, ama bütün mutsuz aileler farklıdır". Solow eleştirisinin temelini IMF’nin varoluş nedenine bağladı: IMF mali sistemin kurtarıcısıdır. Onun reçeteleri istisnasız uygulandığında (uzun
<#comment>#comment>Hasta ağır sirozdur. üstelik iki defa da alkol komasına girmiştir. Ve sonunda sirozun tedavisine karar verilir. Bu, elbette, belli bir süre alacaktır. Biraz istirahat, biraz da ilaçla tedavi sürecektir. Ancak alkolsüzlük ve biraz da psikolojik nedenlerle hastanın semptomları artarak depresyona dönüşmektedir. Bu arada hastanın bazı yakınları doktora sürekli "biran önce iyileştir" diye baskı yapmaktadır. Öte yandan, ilaç verilse de tedavi sürecinde, hasta ara sıra hastabakıcıdan metil alkol araklayarak yudumlamak istemektedir. Elbette bu hastayı kötüleştirecektir. Ama mahallenin diş çeken berberleri "doktor bu işten anlamıyor hastanın dişi ağrıyorsa kolonya basın, ağrısı sızısı kalmaz" demektedir. Geçen süre içinde hastanın iyileşmediği de bir gerçektir. Yahut da en azından iyileşme sürecinin bitmediği!
Son günlerde yeni bir reçeteye gereksinim duyulduğu işadamları ve bazı gazete yazarları tarafından dile getiriliyor. Yeni bir reçete olarak ortaya çıkan tek somut öneri faiz öncesi bütçe fazlalığının azaltılmasıdır. Bu gerçekten geçici bir iç talep canlılığı yaratabilir. Hatırlarsak, daha önce "sıcak para ile mali sistemi büyütelim, yurtdışına kaynak aktarsak da
<#comment>#comment>Önümüzdeki günlerde piyasalarda, yahut da ekonomide, gelişecek olayları kestirmek ve yorumlamak için çok erken. Öncelikle ABD’nin içinde bulunduğu durumu değerlendirmek, daha sonra ABD’nin başlatacağı aksiyonun türünü, düzeyini ve süresini görmek gerekiyor.
Bize kalırsa ABD bu çapta bir terör olayı ile ilk defa karşılaştığından karar almada hayli zorlanıyor. Bush’un beyanı açık: "Amerika savaşta!" Savaşta ama kiminle savaştığı belli değil. Düşmanı belli olmayan savaş nasıl olacak? Üstelik ne kadar sürecek, kiminle beraber yapılacak ve ABD’ye ne sağlayacak, hiçbiri belli değil. Hepsinden önemlisi başarı olasılığı belirsiz.
Aslında savaşın karşı tarafı belli olmadığı gibi, kimlerin katılacağı da henüz tam olarak belli değil. ABD Körfez krizinde olduğu gibi Batılı müttefikleri yanına alabilmiş görünüyor. Ama başlatacağı harekatın bir Batı - İslam çatışmasına dönüşmemesi için çevre ülkeler, özellikle de Pakistan tarafından nasıl karşılanacağını tam olarak görmek gerekiyor. Oysa, bölgede doğrudan destek verecek ülke sayısı pek bulunmuyor.
Şu anda görünen, bizi de bir miktar rahatlatan tek gelişme, ABD’nin Irak’tan çok, Afganistan ve Usame bin Ladin’le