<#comment>#comment>Önceki hafta Sabancı Grubu, Toyota’dan çıktığını açıkladı. Geçen hafta da Türk otomotiv sektörünün önde gelen üreticilerinden Oyak - Renault, 30 Ekim - 2 Kasım tarihleri arasında Bursa’daki fabrikasında 4 gün süreyle üretime ara vereceğini açıkladı. Bu açıklamada 2001 yılı boyunca piyasalarda yaşanan ekonomik krizin Türk otomobil satışlarının azalmasına neden olduğu bildirildi. Anlaşılan otomotiv sektörümüz havlu atma aşamasına geldi.
Türkiye’de otomotiv sektörünün yıllık kapasitesi 692.000 araç. Bunu 7 fabrika üretiyor. Ama bu hiç yakalanmış değil. Bunlardan 5’i şu ara üretim programlarını gözden geçiriyor. Toplam kapasitesi 50 bine ulaşan Ford - Otosan ile Opel’de zaten 2000 yılında üretime son verilmişti.
Aslında otomotiv sektörü Batı’da da parlak bir durumda değil. Dünyadaki arabaların üçte birinin üretildiği Amerika’da yılın ilk çeyreğinde üretim yüzde 13 gerilemiş bulunuyor. Bir başka rakamla NAFTA’da 2000 yılının ilk çeyreğinde 9.6 milyon araba üretilmişken, bu yılın aynı döneminde 8.3 milyon araba satılmış. Avrupa Birliği’nde de durum benzer halde. Orada küçük bir üretim artışı olsa bile (yüzde 2) bu daha çok Avrupa parası euro’nun değer kaybetmesi
<#comment>#comment>Geçenlerde devalüasyonun bankaları nasıl paçavra haline getirdiğini yazdım. Bu yazıda da devalüasyonun son aylardaki seyrini açıklayalım. Dalgalı kur sisteminden birçok kişi rahatsız. Kur arttıkça herkes birbirine, bu iş nerede duracak, diye soruyor. Ama kimse şunu itiraf etmiyor; herkes her Allah’ın günü gidip döviz alıyor. Pekiyi o zaman kur durulur mu? Elbette hayır.
Bir süre önce bir gerçeği itiraf etmiştik. Ağustos ayında ilk kur yükselmesinde bu kurun aşırı gittiğini mutlaka düşeceğini veya en azından belli bir süre enflasyonun altına kalabileceğini yazmıştık. Yanıldık, nedenleri de belirttik. Bankalar haziran ayındaki takas sonrası kalan döviz pozisyon açıklarını (yani bilançolarındaki net döviz borçlarını) döviz satın alarak kapatmaya başlayınca, kur yükselmeye başladı.
Bankalar tabir uygunsa kol kesiyorlardı. Kolu da ne kadar kısa keserlerse o kadar az zararlı olacaklardı. Dolayısıyla kurun o ara yükselmemesi gerekiyordu. Acele kendilerine sözcülük yapabilecek eli kalem tutan kişilerle ilişkiye girdiler. Kura bant takma gibi son derece riskli seçenekler işlendi. Bereket ekonomi yönetimi, başta Merkez Bankası, bu konuda gayet dirayetli davrandı.
<#comment>#comment>IMF, ünlü İngiliz iktisatçı Lord Keynes’in önerisiyle, savaş sonrası ülkelerin ödeme sorunları için kurulmuştur. Gerçi Keynes gerek IMF, gerekse Dünya Bankası’nın siyasal müdahalelerden uzak olması için Washington dışında kurulmasını istemişse de, her ikisi de ABD Hazinesi’nin hemen yanıbaşına kurulmuştur!
Son yıllarda gelişmekte olan ülkelerin mali liberalleşme çabaları yaşanan küreselleşme sürecinde finansal krizlerle sonuçlanmakta. IMF de bu ülkeleri çabuk kurtaramamakla suçlanmakta. Öte yandan IMF ise bu işin zaten zor olduğunu, önemli olan önceden IMF’yle eşgüdümün sağlanmasını savunuyor. Türkiye örneğine baktığımızda ise durum farklı. Türkiye IMF’nin uygulattığı bir programda krize sürükledi. Şu anda uygulattığı ikinci program ise hala sonuç vermiş değil.
Carnegie Mellon Üniversitesi’nin ünlü moneratist profesörü Alan Meltzer’in başkanlığını yaptığı Uluslararası Finans Kurumu Danışma Kurulu geçtiğimiz nisan ayında IMF’nin rolü üzerine bir rapor yayımladı. IMF’nin resmi yayını olan IMF Survey de kurul üyelerinden Columbia Üniversitesi profesörlerinden Charles Calomiris’le Eylül 2001 sayısında bu raporu tartışmış.
Finansal krizler uzmanı
<#comment>#comment>1996 yılından bu yana Bankers Chailenge isimli stratejik banka yönetimi simülasyonunu Türkiye’de sayısı dört bine ulaşan banka yöneticisine uyguladık. Simülasyon malum benzetme demek. Bankers Chailenge en belirgin özelliği Türkiye’nin koşullarına tam olarak benzetilmiş olması. Hem belli bir makroekonomik model çerçevesi var, hem de Türk bankalarının tabi olduğu yasal koşullar sağlanmış.
Katılımcılar iki yıllık bir süre için kredi veriyorlar, mevduat topluyorlar, şube açıyorlar, personel alıyor veya çıkarıyorlar, zam veriyorlar, Hazine bonosu ihalelerine girip ikinci piyasada satış veya alış yapabiliyorlar, vb. vb. Özetle repo, hisse senedi gibi akla gelen her türlü enstrüman var. Dolayısıyla tam bir laboratuvar ortamı sağlanıyor.
Şimdiye dek iki yüze yakın simülasyonda on dört senaryo sınadık. Bu senaryoların çoğunda devalüasyon vardı. Bu uygulamalarda açık pozisyonda (net döviz borcu ile) yakalananlar genellikle büyük zararlar yazdılar. Ancak mevcut açık pozisyonlarını sınırlı tutanlar, özellikle devalüasyon oranı düşükse, zamanla durumlarını telafi edebildiler. Bazıları devalüasyon sonrası pozisyonlarını daha fazla açarak zararı kapatıp, kara bile
<#comment>#comment>Her gece akşam ezanından sonra teknolojinin son harikası bombaların Afgan halkının tepesine düştüğünde hissedilenleri bilemeyiz. Onu ancak gece masum yavrularına sarılıp uyumaya çalışan Afgan analar, babalar bilebilir. Fakirlik ve cehalet içindeki o mazlum halk, Taliban’ın bir dengesiz teröristi (Usame’yi) barındırmaya çalışmasıyla, şimdi büsbütün acıklı bir duruma düştü. Aslında Afganistan’da bir insanlık dramı yaşanıyor. ABD "Taliban’ı bombalıyorum" diye, oradaki zavallı halkı bombalıyorsa, büyük hata işliyor demektir. Kaygılıyız... Afganistan neden bu denli eziliyor? Kuşkusuz fakirliğinden. Afganistan Birleşmiş Milletlerin (UNDP) 2001 İnsan Gelişmesi Raporu’nda 90 azgelişmiş ülke arasında sondan ikinci geliyor.
Dünya Bankası’nın bir süre önce yayımlanan 2000/2001 Kalkınma Raporu’nda "Fakirlikle Savaş" işlenmişti. önce bazı bilgiler verelim: Dünya nüfusunun yarıya yakınının (2,8 milyar nüfusun) kişi başına düşen günlük geliri 2 doların altında. (Kendimizi bunun dışında sanmayalım. Ülkemizde asgari ücretle çalışan bir işçinin ailesinde kişi başına günlük gelir 50 sent eder. Nitekim önceki gün yayınlanan resmi bir araştırma ülkemizin doğusunda kişi başına 1 doların
<#comment>#comment>Dün İsveç Merkez Bankası’nın düzenlediği Alfred Nobel Ekonomik Bilimler ödülünün 2001 yılı sahipleri açıklandı. Berkeley’li George Akerlof, Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı (ve eski Stanford’lu) Joseph Stiglitz ve yine Stanford’lu Michael Spence ödülü paylaştılar. Ödül son yıllarda birden fazla ekonomiste verilir oldu. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü son yıllarda ödül sahiplerinin ekonomi bilimine katkıları göreli olarak daha sınırlı kalıyor. Nerede o Kaldor, Hicks, Samuelson gibi kalantor, baba teorisyenler!
Malum, piyasacılar tam rekabet kavramının sonsuz sayıda alıcı ve satıcı ile denge fiyatını sağladığını iddia eder. Ticaret yapılırken hiçbir işlem maliyeti yoktur. Ve en önemlisi piyasada eksiksiz bilgi akışı varsayılır. Oysa bu teorik bir durumdur ve imkansızdır.
Örnek vermek gerekirse herhangi bir yerde bir malın fiyatının daha ucuz olduğunu her seferinde bilinebilir mi, yahut da o malın alınanla aynı nitelikte olduğu nasıl kestirilebilir? Dolayısıyla denge fiyatı kolay kolay oluşmayabilir ve pahalı malın alışverişi sürebilir. İşte bu yıl ödül, bu "benzeşmeyen bilgi kavramı" üzerine, yani tam rekabetçi piyasanın eleştirisel yaklaşımına sahip
<#comment>#comment>Ekonomi yönetiminin Washington’u ziyaret ederken programın revize edilip edilmeyeceği tartışıldı. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı iki temele dayanıyordu.
Birincisi, kamu açığının ciddi biçimde disiplin altına alınarak milli gelirin yüzde 5’ini aşan bütçe tasarrufu sağlanması. Böylelikle iç dengeler sağlanacaktı. İkincisi de, esnek bir kur rejimiyle dış denge sağlanacaktı. Böylelikle hem iç talep düzenlenecek, hem de dış ticaret dengesi yerli yerine oturacaktı.
Güçlü ekonomiye geçiş programının en büyük engeli borç tuzağıydı. İç borçlar özellikle 1990’lı yıllarda izlenen yanlış politikalarla dağ gibi büyümüştü. IMF’den alınan çok büyük bir yardımla bu sorun da aşılıyordu. Aylardan bu yana IMF ile müzakere edilen bütün koşullar ekonomi yönetimi tarafından başarıyla sağlandı.
Ancak ne faiz düştü, ne de döviz kuru istikrara kavuştu. Asıl hedef olan büyümeye ise bir türlü geçilemedi. Üstelik ekonomi yönetiminin umduğunun çok üzerinde bir döviz kuru oluşmasına rağmen ihracat sınırlı ölçüde arttı..
Bu durumun Washington’da IMF ile müzakere edilmesi gerekiyordu. Bunun yapıldığı anlaşılıyor. IMF bu durumu hükümetin uygulamalarda isteksiz olmasına ve
<#comment>#comment>Cuma sabahı arabama binerken döviz kurlarında yukarı doğru bir oynama olacağını bekliyordum. Önceki gün konsolidasyon olacağı haberleri, sabah da ABD’nin Hazine Bakanı’nın akıl küpü John Taylor’ın Rus elçiliğinden çıkarken ayaküstü açıklamasının yanlış yorumu etrafta yayılmıştı. Asıl önemli söylenti Bakan Derviş’in Washington görüşmelerinin para almadan sonuçlanacağı üzerineydi. Olumsuz hava kuşkusuz kurlara yansıyacaktı.
Oysa Taylor Türkiye’nin durumuna ilişkin olumsuz hiçbir şey söylemiyordu. Aksine olağanüstü durumların dikkate alınacağını belirtiyordu. Kaldı ki, bütçe parametreleri kesinleşmeden ek kaynak talebi de açıklanamazdı. Bu kurların ülkeyi reel ve psikolojik bir bunalıma soktuğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu. İşin kötüsü vatandaşlar da artık Türk parasına güvenmiyorlardı. çünkü son zamanlarda her döviz alan kazanmıştı.
Sabah piyasada bazı bankalar satış kotasyonlarını 1,670,000 TL’ye kadar yükselttiler. Kur nereye gidecek diye ekrana yapışmış seyrediyordum. Büsbütün patlayacak diye de ürküyordum. Öğle yemeğe çıkarken kur 1,630,000 TL’ye kadar gevşemişti. Saat 15’de kamu bankalarının döviz satışları gözlenmeye başladı. Önce Vakıfbank,