<#comment>#comment>Şubat ayında esnek kura geçiş kararı akşamı, bir TV kanalında bunun mevcut politikanın terki anlamına geleceğini, ülke ekonomisinin büyük darbe yiyeceğini söylüyor, itiraz ediyorduk. O günlerde çoğu meslektaşımız aynı konumdaydı. Hepimiz olası gelişmeleri kestirebiliyor, kaygılanıyorduk. Gerçi o noktadan sonra devalüasyonu durdurmanın çok zorlaştığı da bir başka gerçekti. Çünkü ciddi bir döviz talebi oluşmuştu. Ve MB zorlanıyordu.
Kasım krizi sonrası TV programlarına bağlanan her ihracatçı, ya da Odalar Birliği’nin malum temsilcileri, devalüasyon lobisi yapıyordu. Sonunda kur serbest bırakıldı. Hem de hiçbir önlem alınmadan. Gelişmeler düzenlenmeden. ilginçtir, ilk yaygarayı çıkaran da bu kesim oldu!
Önceki hafta Merkez Bankası, yöntemini IMF’den aldığı reel tartılı efektif döviz kurunu web sitesinden yayınladı. Bu; dış ticaret yapılan çeşitli ülkelerin ticaretlerinin ve kendi paralarının da hesaba alındığı ağırlıklı bir endeks. Kurun reel değeriyle ilgili enformasyonu tam olarak veriyor. 1995 yılının esas alındığı bu endekste 2000 programının başına kadar kur (yani TL) yüzde 25 kadar değerli hale gelmiş. Ancak sonra, sadece bir yılda, reel kur yüzde
<#comment>#comment>Yıllar önceydi. Bir bankanın bir grup yöneticisine Bankers’ Challenge isimli simülasyonu uyguluyorduk. Katılımcılardan biri genç bir hazine yöneticisiydi. Sürekli makroekonomik senaryodaki bono faizlerinin gecelik faizlerin altına inmesine itiraz ediyor, "olmaz o zaman yatırımcı niye bono alsın ki" diyordu. Kendisine bunun istikrara doğru giderken mümkün olabileceğini anlatmaya çalışsak da, hatta mesleğimizin para ekonomisi hocalığı olduğunu hatırlatsak da fayda etmedi. Bir türlü ikna edemedik. Ona göre illa ki gecelik faizler bononun altında olmalıydı. Anlaşılan, riskli ortamın getirdiği miyoplaşma beklenti olgusunun gelişmesini engellemişti.
2000 yılı itibariyle bono faizleri birdenbire yüzde 30’lara geriledi. Yılın ilk yarısında bono faizleri genellikle repo faizlerinin altında seyretti. Aşırı bir iyimserlik yayılmıştı. Repo piyasasında ise faizler bir türlü düşmüyordu. Çünkü (özellikle kamu bankaları ile Demirbank’ın) yüklü kısa vadelik kaynak gereksinimi vardı. Uzun vadede ise faizlerdeki düşüş beklentisi bono faizlerini repo getirisinin altında itiyordu. Genç hazineciyi anımsadık. Tabii enflasyon düşmediği için bu durum çok fazla sürdürülemezdi. Nitekim
<#comment>#comment>Türk ekonomisi uçurumun dibine 1999 yılının sonunda gelmişti. İç borçlar kamu maliyesinin kaldıramayacağı kadar büyümüş, çevrilemez noktaya ulaşmıştı. O yıl dolar bazında yüzde 22 büyüyen iç borçlar 42 milyar dolara, yani 23 katrilyona yükselmişti. Borcun bu hale gelmesine "borç tuzağı" (debt trap) deniyor.
Ulaşılan bu borç yükü ancak enflasyonda ciddi bir düşüş trendiyle çevrilebilirdi. Bu nedenle, 2000 yılı itibariyle kur çıpasına dayalı anti -enflasyonist bir program başlatıldı. Ancak, yıl sonu geldiğinde iç borç 54 milyar dolara, diğer bir deyimle 36 katriyona tırmanmıştı. Yani dolar bazında borçlar küçülmemiş yüzde 29 artmıştı. Elbette bu artış hızında döviz çıpasının önemli bir rolü vardı. Çünkü kurlar yavaş hareket ediyordu. Ancak yine de faizlerdeki düşüş, yılbaşındaki hızlı inişe rağmen, yılın diğer yarısında aynı trendi sürdürememişti. Bu da programı sıkıntıya sokuyordu.
Aslında kasım krizi, faizlerdeki düşüşün sürmemesi sıkıntısından kaynaklanmıştı. Kamu bankalarının zararlarını gecelik borçlanmayla karşılamaları bunu engellemişti. Şubat krizi sonrası IMF reel faizlerin düşürülebilmesi için bu kez farklı bir stratejiyi yürürlüğe koydu.
<#comment>#comment>Piyasalar kamu kesiminde yapılacak reformun hükümet tarafından açıklanmasını ve IMF’nin de bunu onayını bekliyor. IMF pranın ucunu gösterecek, 2002 bütçesi de bağlanacak. Ancak şu andaki temel belirleyici global siyasal konjonktür. 11 Eylül sonrası dönem Türkiye’yi bambaşka bir düzleme çekiyor. Üstelik daha aktif bir rolü Türkiye bir türlü üstlenemezken.
11 Eylül’ün dönyada önemli bir dönemeç olduğunu birçok yazar belirtiyor. 11 Eylül Batı’nın kendisine farklı gözlükle bakmasını sağlıyor, dünyayı da daha iyi tanımak için bir çığır açıyor. Huntington’ın tezini anımsatırcısana; Batı "İslam’la" olmasa bile "radikal" İslam’la ve Ortadoğu’daki otokratik rejimlerle mücadele etmek istiyor. Kuşkusuz, dışsal etkilerle siyasal rejimlerin yıkılması pek olası değil. Hele hele Hıristiyan Batı tarafından. İslam dünyasında demokrasisi en gelişmiş ülke Türkiye olduğuna göre, Batı’nın önemli değişimler başlatabilmesinde Türkiye’ye müthiş gereksinimi bulunuyor.
Önceki gün Amerika’nın ünlü Wall Streeet Journal gazetesinde Matthew Kaminski imzalı bir makale yayımlandı. Kaminski, bölgede Türkiye’nin Rusya ile birlikte çok kritik rolleri bulunduğunu vurguluyor. Londra
<#comment>#comment>Kış geldi. Ve havalar soğudu. Dikkat etmeyenlerin kimisi burnunu çekiyor, kimisi de yatak döşek yatıyor. Havalara aldanmamak, sıkı giyinmek gerekiyor. Tabii aksi de geçerli; terlememek gerekiyor. Gerçi bu yöntemlerle soğukalgınlığından (cold) korunsanız bile, gribe (influenza) yakalanabilirsiniz. Çünkü grip (influenza) ağır bir virütik hastalık. Hasta istese de yataktan kalkamıyor. Grip doğrudan öldürücü olmasa da, dolaylı olarak çok tehlikeli. Kalp hastalarında ölüm olasılığını 52, akciğer hastalarında 120, diyabetli veya damar hastalarında ise 241 kat artırıyor.
Bu nedenle Amerikalılar gripten korunmaya büyük önem veriyor, ciddi kaynak ayırıyorlar. Üstelik bunun ekonomik gerekçeleri de bulunuyor. ABD’de işe gelinmeyen günlerin yüzde 10-12’si gripten kaynaklanıyor. Grip yılda toplam 24 milyon işgünü, 20 milyon da okulgünü kaybına neden oluyor. Rakamlara gelince. İşgücü kaybının yılda 760 milyon doları bulduğu ifade edilirken, diğer maliyetlerin de hesaplanmasıyla yıllık maliyet 12 milyar dolara ulaşıyor. Amerikalıların hesaplarına göre gribin önlenmesi için harcanan her 1 dolar 4 dolarlık bir tasarruf sağlıyor. Aşı ise tek başına 47 dolarlık bir getiri sağlıyor.
<#comment>#comment>Salı günü Hazine ihalesi sonrası itfa ile ortaya çıkacak likiditenin dövize gidip gitmeyeceğini merak ediyorduk. O gün 1.533.000 TL'ye kadar gevşeyen kur çarşamba sabahı piyasalar açıldığında daha yukarıdaydı. Akşama dek yükselerek 1.561.000 TL'den kapandı. Bu gelişmenin ardında kim vardı?
Vatandaş? Ya da şirketler? Pek sanmıyoruz. Çünkü kurda düşüşün sürmesi bekleniyordu.
Özel bankalar? Yine sanmıyoruz. Çünkü artık gereksinimlerinin kalmadığını biliyoruz. Üstelik kur gittikçe döviz kredilerindeki batıklar artıyor.
Bu dövizi kamu veya fon bankalarının alıp almadığını da bizzat soruşturduk. Aldığımız yanıtlar bizi tatmin etmedi.
Merkez Bankası'nın (MB) aldığını ise hiç sanmıyoruz. Çünkü, MB dalgalı kur sisteminin mantığını gayet iyi bilir. Böyle bir hatayı yapmaz.
Dalgalı, yahut "yüzen kur" sisteminde kur serbest hareket eder. Yani kısa vadeli çırpıntılar dışında bu sistemde MB kura müdahale etmez. Kurdaki denge, döviz arz ve talebindeki değişimlerle belirlenir. Bu değişimler kısa vadede ödemeler dengesindeki tüm hareketlerden, ya da yurtiçindeki döviz talebinden etkilenir. Uzun vadede ise cari işlemlerdeki denge döviz kurunu belirler. Bir
<#comment>#comment>Dünyada kolay meslek yoktur. Her mesleğin kendine göre engelleri, zorlukları vardır. Ve elbette başarı çok çalışmayı gerektirir. Fakat bazı meslekler daha farklı zorluk ve riskleri içerir. Hekimlik, gazetecilik ve politikacılığı hep daha farklı görmüşümdür. Hekimin insan yaşamına doğrudan müdahale edebilmesi, gazetecinin haber için zaman zaman yüksek bedeller ödemesi, siyasetçinin ise yaptıklarından çok yapamadıklarıyla eleştirilmesi riski unutulmamalıdır. Üçü de hata kaldırmaz. Hepsinden öte, üçü de büyük fedakarlık ister. Bir yaşam tarzıdır. Hani derler ya; politikacının vakti bol, parası pul ve karısı da duldur, diye.
Açıkçası iktisatçılık da kolay değilmiş. Ama tabii her şeyin belirgin olduğu ABD’de böyle değil. Fed’in faizleri yüzde 0.5 düşürmesi beklenirken, yüzde 0.25 düşürmesi şaşırtıcı olurken, bu değişimler bizde dakikada oluyor. Belirsizliklerin belirginlerden fazla olduğu bizim gibi ülkelerde iktisatçılığın dayanılmaz bir ağırlığı oluyor.
İzlediğimiz programda ihracat son derece önemli. Ülkemizde ithalat verileri resmi olarak DİE tarafından, gayriresmi olarak da (gerçekleşen ayın hemen haftasında) TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi)
<#comment>#comment>Nihayet dün Resmi Gazete’de bazı dayanıklı tüketim mallarında KDV indirimi kararı yayımlandı. Aslında bu gelişmenin bir serüveni var. Basının bir kısmının müthiş bir lobi yaptığı biliniyor. Bir manşet üzerine diğeri. Ardı ardına. Hep aynı vurguda, aynı gür sesle. Günlerle süren bu kampanyayı pencerenin önündeki olay gibi seyrettik.
İlki 25 Ekim Perşembe günü baş sayfadan girdi. "KDV’yi indirin". İç sayfaya geçince, "Bırakın şu vergi inadını!" deniyordu. Mesnetler hazırdı. Esnafın bunaldığı, kayıt dışının arttığı yazılıyordu. 1985’ten beri KDV oranlarının sürekli artırıldığını ve buna son verilmesinin gerektiği iddia ediliyordu. "Korkmayın! Gelirleriniz düşmez", "Her sektör özel indirim istiyor" deniyordu. Nihayet kervana Hazine eski müsteşarı da katılıyordu: "KDV’yi yüzde 5’e indirin".
Kampanya ertesi gün de manşetten sürüyordu: "Satılmayan malın KDV’si olmaz". Koç Holding’in üst düzey yöneticilerinden Cengiz Solakoğlu, "Satılmayan mal üretilmez, üretim olmazsa kar da, vergi de olmaz" diyor, ekliyordu, "KDV düştüğünde ekonomiyi de canlandırır". Solakoğlu Amerika’nın aynısını yaptığını, ancak altı aydır bunu bizdeki yetkililere anlatamadığını söylüyordu.