Son günlerde ulusal ve uluslararası kamuoyunun gündeminde Sudan Devlet Başkanı El Beşir’in Türkiye’ye gelmesi sorunu vardı. Türkiye’nin bu konuda takındığı umursamaz tavır yaygın tepkilere yol açtı.
El Beşir Darfur’da 300.000 kişinin ölümüne, 2.5 milyon insanın göç etmesine neden oldu. Göçmen kamplarında günde 5000 kişinin açlıktan, içecek su olmamasından, hastalıktan öldüğü tahmin ediliyor.
Yaşanan insanlık dramının boyutları karşısında BM ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) harekete geçti. BM Güvenlik Konseyi 2005 yılında kabul ettiği 1593 sayılı kararla sorunu UCM savcısına havale etti.
UCM 2009 yılında El Beşir için tutuklama tezkeresi çıkardı. El Beşir beş insanlığa karsı suçtan (sivil halka karşı cinayet ve ortadan kaldırma, göçe zorlama, işkence, ırza geçme), iki savaş suçundan(kasıtlı olarak sivil halka saldırı ve yağma) aranıyor.
110 devlet taraf
UCM’nin tutuklama kararından sonra AB yaptığı açıklamada, tutuklama tezkeresinin uygulanması için elinden gelen her şeyi yapacağını belirtti ve bütün devletleri UCM’yi kuran Roma sözleşmesine taraf olmaya davet etti. Roma sözleşmesine 110 devlet taraf. Avrupa’da sadece Türkiye, Rusya, Ukrayna, Moldova ve Belarus
“Foreign Affairs” dergisinin kasım/aralık sayısında, “Türkiye’nin Dönüşümcüleri” başlıklı, Türk dış politikasındaki gelişmeleri inceleyen bir yazı yayımlandı. Yazarların Morton Abromovitz ve Henri Barkey gibi Türkiye’yi tanıyan iki dış politika uzmanı olması, yazıyı üzerinde durulmaya değer kılıyor.
Yazı, Türk dış politikasını tarafsız bir gözle inceliyor. Bazı yönlerini övüyor, bazı yönlerini eleştiriyor. Bir dış politika popülizmi içine girdiğimiz bu günlerde, yazı, dış politikanın dışarıdan nasıl göründüğünü göstermesi bakımından yararlı bir görev görüyor. Yazıda şu soru soruluyor: “Türkiye’yi yönetenler küresel siyasette reel politik uygulayıcıları olarak mı, yoksa İslam kültürünün temsilcileri olarak mı rol oynamak istiyorlar?”
Kanımca bu soru Türk dış siyasetine ilişkin değerlendirmelerin temel ekseni. Türk dış siyasetinde büyük bir hareketlilik var. Ancak biraz dikkatli bakılınca bu hareketliliğin motorunun ideolojik nedenler olduğu görülüyor. İnançlar, ne olursa olsun, her zaman bir enerji yaratır. Türk dış politikasında da yeni bir enerji var. Ancak bu enerjinin kaynağı dinsel inançlar olunca doğurduğu sonuçların ne denli dengeli olduğu sorusu ortaya cıkıyor. Oysa dış
Türkiye’de devlet insan haklarına ne ölçüde saygılı? İnsan hakları alanındaki temel sorunlar ne?
Bu soruların yanıtlarını AIHM kararlarında, AB Komisyonu İzleme Raporu’nda bulabilirsiniz.
AIHM kararlarından çıkan genel görünüm söyle: AIHM’de 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle bekleyen 97.300 başvurudan 27.580’i (%28) Rusya’ya, 11. 100’ü (%11.4) Türkiye’ye ait. 2008 yılında AIHM Türkiye ile ilgili 1857 ihlal kararı vermiş. Rusya 579 ihlal ile ikinci durumda. Türkiye 63 kere görevlilerin eylemleri nedeniyle, 114 kere etkili soruşturma yapmadığı için yaşam hakkını, 19 kere işkence, 142 kere kötü muamele yasağını ihlal etmiş. 329 bireylerin özgürlüğünü sınırlama, 513 adil yargılama, 240 dava süresinin uzunluğu, 166 ifade özgürlüğü, 446 mülkiyet hakki ihlali yapmış. Bütün bu konularda Türkiye, Sözleşme’yi en çok ihlal eden ülke. Türkiye 2008 yılında vatandaşlarına 5.2 milyon euro tazminat ödemiş.
AB Komisyonu İlerleme Raporu’na bakarsak su temel eleştirileri görüyoruz:
* Adli tıbbın bağımsız olmaması, Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak çalışması ve bu alanda fiili bir tekele sahip bulunması, etkili ve bağımsız adli tıp hizmetlerinin gelişmesini engellemekte.
* İşkence ve kötü muamele
Annem 90 yaşında. Başka 29 Ekim’lerde olduğu gibi, dün de arkadaşlarıyla birlikte Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katıldı. Elinde bayrak, 10. Yıl Marşı’nı söyleyerek sokaklarda yürüdü. Annem ne ‘vesayetçi’, ne ‘askerci’, ne de ’ulusalcı’. Sadece, bir genç kız olarak cumhuriyetin kuruluş yıllarını yasamış, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete inanmış, cumhuriyetin heyecanını, umutlarını yasamış bir Türk kadını.
Annem yeni kurulan cumhuriyetin yepyeni bir ulus toplum anlayışı getirdiğini, toplumu çağdaş uygarlığa bağladığını, özgürlüğe, eşitliğe, modernliğe, ilerlemeye yönelik kapılar açtığını görmüş. Bu açılan kapıdan bağımsız, özgür, eşit bir birey olarak yürüme, eğitim görme, üniversiteyi bitirme olanağını bulmuş.
Cumhuriyet annemin kişiliğini de şekillendirmiş, ona bir kimlik vermiş. Genç bir insan için böyle bir değişimin parçası olmaktan daha heyecan verici ne olabilir? Bu nedenle annem bugün cumhuriyete sahip çıkarken aynı zamanda kendi kimliğine sahip çıkıyor.
Cumhuriyet-demokrasi
Annemin bu yürüyüşünün altında sadece bir sevinci paylaşmak isteği yatmıyor. Aynı zamanda Cumhuriyet ülküsünü koruma gereksinimi duyduğu için yürüyor. Annem cumhuriyetin savunulmasına gereksinim
Orhan Pamuk 2005 yılında bir İsviçre dergisiyle yaptığı söyleşide “30 bin Kürt öldürüldü. 1 milyon da Ermeni. Kimse bundan söz etmeye cesaret edemiyor” demişti. Bu cümle, Türkiye’de Aktüel dergisinde yayımlandı. Altı Türk vatandaşı, Orhan Pamuk’un Türk ulusuna hakaret ettiğini, kendilerinin de Türk ulusunun bir bireyi olarak hakarete uğradıklarını ileri sürerek tazminat davası açtılar.
Asliye Hukuk Mahkemesi davayı, davacıların aktif dava ehliyetleri bulunmadığı gerekçesiyle reddetti. Davacılar kararı temyiz etti. Yargıtay kararı bozdu. Asliye Hukuk Mahkemesi direnince, dava Yargıtay Hukuk Daireleri Genel Kurulu’na geldi. Hukuk Genel Kurulu bir ulusa aidiyet duygularının kişilik hakları kapsamına girdiği, dolayısıyla davacıların dava açma ehliyetlerinin bulunduğuna karar verdi. Bundan sonra Asliye Hukuk Mahkemesi, Hukuk Genel Kurulu kararına uymak zorunda.
Her Türke dava hakkı
Kararın önemi şurada: Bundan böyle, Türk ulusuna yönelik yazılı ya da sözlü ifadeler nedeniyle, her Türk vatandaşı hakaret davası açabilecek.
Böylesine geniş bir dava açma hakkının tanınmasının ifade özgürlüğü açısından doğuracağı sakıncalar yanında dava açma ehliyetine ilişkin hukukun genel
Türkiye’nin tüm dikkati Habur kapısına kilitlenmişken, hukuk eğitimine sessizce büyük bir darbe vuruldu. YÖK aldığı bir kararla, Roma hukukunu ana bilim dalı olmaktan çıkardı. Bundan böyle, hukuk tarihi ana bilim dalının altında seçimlik bir ders olacak. İslam hukukuyla birlikte.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde dinlediğim ilk ders Roma hukuku idi. Prof. Türkan Rado bin kişilik amfiyi tıklım tıklım dolduran öğrencilere modern, laik hukukun kapılarını açmıştı.
Roma hukukunun önemini öğrendikçe anladım. Roma hukuku sadece Avrupa özel hukukunun temel kavramlarını, bu kavramların dayandığı mantığı öğrenmekle kalmıyor, aynı zamanda bir zihinsel eğitim veriyor. Belirli bir biçimde düşünmeyi öğretiyor. Ancak, bu tür bir zihinsel yapıyla Roma hukukuna dayanan bir hukuk sistemini kavrayabilirsiniz, o sistemin hukukçusu olabilirsiniz. Roma hukukunu derleyen “Corpus Juris Civilis”teki kavramları özümsemeden hukuk biliminin daha ileri aşamalarına geçmek olanağı yoktur. Bu nedenle, Roma hukuku bütün Avrupa hukuk fakültelerinin birinci sınıflarında zorunlu ders olarak okutulur.
İptal davası açılacak
Türkiye’de Roma hukuku öğreten öğretim üyeleri haklı olarak tepkili. Yaptıkları
Sn. Ahmet Davutoğlu’nun konulara bakış açısı, zekâsı, yumuşak üslubu, esnekliği, eleştirilere açık olması, dış politika vizyonu, derinliği onu başarılı bir Dışişleri Bakanı yapıyor.
Sn. Davutoğlu’nun dış politika anlayışının düşünsel temellerini “Stratejik Derinlik” adlı kitabında bulma olanağı var. Gerçi dış politikanın gündelik gereksinimlerinin kitaptaki akademik görüşlerin uygulanmasına izin vermeyeceği ileri sürülebilir. Ancak, Sn. Davutoğlu’nun dış politikaya akademik kişiliğiyle uygulayıcı kişiliğini birleştiren yaklaşımı kitabında ileri sürdüğü görüşler üzerinde ciddilikle durulmasını gerektiriyor.
Kitaptaki görüşler
Sayın Bakan’ın kitabında yer alan görüşler ana çizgileriyle şöyle:
* AB, Batı medeniyetinin yeni-gelenekçi tepkisi niteliğindedir. Avrupa’da Roma-Cermen İmparatorluğu’nu yeniden kurmaya çalışmaktadır. Batı medeniyeti sonuna yaklaşmıştır. Bu nedenle AB içe kapanma eğilimi göstermekte ve Türkiye’yi dışlamaktadır.
* “İslam medeniyet havzası” ciddi bir uyanış içindedir.
* Türkiye batı-dışı son medeniyet olan Osmanlı medeniyetinin mirasçısıdır.
Kısa pantolonlu bir çocukken seyrettiğim ilk futbol maçından bu yana futbol benim için büyüleyici bir olay oldu. İlk seyrettiğim maç Galatasaray’ın bir İngiliz takımıyla Dolmabahçe Stadı’nda oynadığı maçtı. Oyun bittikten sonra dayım ve bir arkadaşıyla soyunma odasına gittik. Dayımın arkadaşı Gündüz Kılıç’ın da arkadaşıydı. Gündüz’ü kutladık. “Ne kadar iyi kafaya çıkıyorsunuz” gibi bir şeyler söylediğimi, Gündüz’ün de başımı okşadığını hayal meyal anımsıyorum.
Futbol ve Galatasaray benim için her zaman önemli oldu. Ortaokulda ilk futbol ayakkabılarıma kavuştuğumda, bütün gün evin içinde kramponla dolaşmam; Baba Gündüz ile Suadiye Plajı’ndaki konuşmalar; Hasnun Galip Sokak’a gidişlerim; kapalı tribünün sol tarafına sıkışmış bir avuç GS taraftarıyla her maçta sesim kısılana dek bağırmalar; Turgay, Kamil, Tayyar, B. Ali, Saim, Coşkun, İsfendiyar, Suat, Metin, Kadri, K. Ali’li kadronun parçalı formalarıyla sahaya çıktığında duyduğum inanılmaz heyecan; oynadığım ve seyrettiğim maçlar çocukluğumun en güzel anıları arasında.
Futbolun yeni boyutları
Hâlâ GS’nin maçlarını seyrederken aynı heyecanı duyarım. GS’nin maçını seyretmek benim için çocukluğuma yapılan bir gezi. Çocukluk