Yorum Kamuoyu termometresinde Dün Ankara, Washington ve 11 Avrupa başkentinde aynı zamanda yayımlanan "TransAtlantik Eğilimler 2007 Araştırması", bu gerçeği bir kez daha gözlerin önüne serdi."German Marshall Fund" adlı kuruluş tarafından Türkiye dahil 13 ülkede 13 bin kişiyle söyleşilere dayanılarak hazırlanan 2007 raporuna göre, bu yıl Türk halkı ABD'ye ve Avrupa ülkelerine karşı, geçmiş yıllardan "daha soğumuş" durumda.GMF yıllık araştırmalarını "100 ölçekli termometre" esasına göre yapıyor. Üç yıl önce Türklerin ABD'ye karşı duygularının "ısısı" 28 derece olarak ölçülmüştü. Geçen yıl bu ısı 20 derece idi. Şimdi ısı 11 dereceye gerilemiş bulunuyor...Bu "soğuma trendi" Avrupa platformunda da görülüyor. GMF'nin termometresi Türk halkının AB'ye karşı duygularını 2004'te 52 derece, geçen yıl 45 derece olarak saptamıştı. Şimdi ısı, 25 dereceye düşmüş görünüyor...Bu soğuk dalgası başka pek çok ülkeyi de kapsıyor: Geçen yıl İran için ısı 43 derece iken, şimdi 30 derece. Çin için 28, Rusya için 20 derece... Ama en düşük ısı, İsrail ile ilgili: Sadece 5 derece... Her yeni kamuoyu araştırması, Türk halkının özellikle Batı ülkelerine -ve genelde dış dünyaya- giderek olumsuz bakmakta
Yorum Aslında bu simgesel özellik, konuk için de söz konusu. 41 yaşındaki Miliband da, henüz iki buçuk ay önce işbaşına gelen Gordon Brown hükümetinin üyesi ve Türkiye, onun da ilk ziyaret ettiği ülkelerden biri...Bunlar, iki ülkenin birbirlerine verdikleri öncelikli önemin işaretleri. Ancak ziyaretin esas önemli ve anlamlı yanı, genç bakanın bu vesileyle verdiği siyasi mesajlardır.Birinci mesaj Türkiye'ye yönelik. Miliband, yeni İngiliz hükümetinin çeşitli alanlarda Türkiye'ye desteğinin ve ilgisinin devam edeceği taahhüdünde bulundu. Bu bağlamda Başbakan Brown, selefi Tony Blair'in yolundan ayrılmayacak.Miliband'ın bir mesajı da AB'ye yönelik. Bakan gerek dünkü "Daily Telegraph"ta yayımlanan makalesinde, gerek basın toplantısında AB'nin Türkiye'yi tam üye olarak kabul etmesinin ve müzakereleri kesintisiz sürdürmesinin önemini vurguladı. İNGİLTERE Dışişleri Bakanı David Miliband'ın Türkiye'ye gelişinin sembolik yönü, bunun Ankara'da yeni hükümetin kurulmasından ve yeni Cumhurbaşkanı'nın göreve başlamasından hemen sonra, bir yabancı devlet adamı tarafından yapılan ilk resmi ziyaret olmasıdır. Bakanın Ankara'daki konuşmalarında dikkati çeken bir husus da, Türkiye'deki son iç
Yorum Bu işte yıllanmış gazetecilere "Biz bu filmi daha önce görmüştük" dedirten bu senaryoda acaba bu kez bir "yenilik" olacak mı? Yani daha açıkçası, bu zirveden doğru dürüst bir şey çıkacak mı?Kimine göre, bu toplantının önemi, yapılabilmiş olmasıdır ve bu, yeni bir sürecin başlangıcıdır... Kimine göre ise, bu göstermelik, zoraki bir zirvedir ve bundan somut herhangi bir sonuç beklenmemelidir...Eğer bugünkü toplantıda, geçen yıl temmuz ayında yapılan benzer zirvede alınan, fakat bir türlü yaşama geçirilemeyen görüşme sürecinin yeniden canlandırılması yönünde bir mutabakat sağlanırsa, bu dahi bir başarı sayılacaktır. Ama bu süreç, bir önceki gibi, tıkanıp kalır mı, bunu tahmin etmek imkânsız tabii... YILLARDAN beri alışılagelen görüntü, bugün tekrar gözler önüne serilecek... Kıbrıs Türk ve Rum liderleri -Mehmet Ali Talat ile Tasos Papadopulos- Lefkoşa'da ara bölgedeki BM özel temsilcisinin ikametgâhı önünde kameralara gülümseyerek ve birbirlerinin elini sıkarak poz verecekler. Daha sonra BM özel temsilcisinin eşliğinde, kapalı kapıların ardında görüşmelere başlayacaklar... Bu arada gazeteciler dışarıda heyecanla bekleyecekler. Ta ki iki lider çıkıp kendilerine bu ilk toplantı
Yorum Dışarıdan bakıldığında, daha doğrusu yabancı gözüyle, var.Peki, değişen ne? Veya değişiklik ne yönde?Henüz genel seçimler sırasında dışarıda yapılan değerlendirmelerin çoğu, bu seçimleri İslam ile laiklik arasındaki mücadele olarak ele alıyor, sonuçları da birincinin zaferi, ikincinin yenilgisi olarak gösteriyordu.Bu algılamanın yüzeysel ve abartılı olduğunu o zaman da yazmıştık. Nitekim daha sonra saygın araştırmacıların ve akademisyenlerin yaptığı ayrıntılı analizler, bu seçimlerde "din" konusunun ülke genelinde arka planda kaldığını, aslında ekonomik ve sosyal konuların çok daha belirleyici bir rol oynadığını ortaya koydu.Meclis seçimlerinden sonra cumhurbaşkanı seçimlerinde güçlü adayın Abdullah Gül'ün olması, gene aynı çevrelerin, bu seferki tercihi de İslam-laiklik mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendirmelerine yol açtı. Batı'da (ve Doğu'da da) yapılan çoğu yorumlar, bu kez daha da abartılı boyutlar aldı, kimileri bunu Türkiye'de "laikliğin sonu", hatta "karşı devrim" olarak değerlendirdi. Peş peşe gerçekleşen Meclis ve cumhurbaşkanı seçimlerinin ardından, Türkiye'nin "imajı"nda gözle görülür bir değişiklik var mı? Gerçekte seçimlerin kaderini belirleyen esas
Yorum İki tarafta da resmi ağızlar -her zamanki gibi "ihtiyatlı" olarak- yeni zirveden umutlu görünüyorlar.Aslında 13 ay önceki toplantı da umut yaratmıştı. O zirvede meselenin özüyle ilgili ciddi müzakereler için bir ön çalışma yapılmasına karar verilmişti. Bu amaçla çalışma grupları kurulacak, ayrıca "günlük yaşam" ile ilgili konuları görüşmek için de teknik komiteler oluşturulacaktı.Ancak bu kararlar bir türlü yaşama geçirilemedi. Görüşmeler tıkandı. Şimdi Talat ile Papadopulos arasında diyaloğun yeniden başlaması dahi, ileri bir adım sayılıyor. KIBRIS Türk ve Rum liderleri, Mehmet Ali Talat ile Tasos Papadopulos'un 5 Eylül'de bir yıldan beri ilk kez bir araya gelmeye karar vermeleri, olumlu bir gelişme. Ama bu yeni "zirve"den ne bekleyebiliriz? Bu, "özlü ve kapsamlı" bir müzakere sürecinin başlangıcı olabilir mi? Yoksa, bu da, 8 Temmuz 2006 doruğu gibi, arkası gelmeyen, "göstermelik" bir toplantıdan ibaret mi kalır? Açıkçası, BM gözetiminde yıllardan beri yapılan bu tür toplantılarda, her türlü formül denenmiştir. Geçmişte genel ilkeler ve parametreler üzerinde (örneğin iki kesimli federasyon gibi) mutabakat sağlandığı hallerde bile, ayrıntıya girildiğinde, derin görüş
Yorum Bir Fransız Dışişleri Bakanı'nın ABD işgali altındaki Irak'ı ziyaret edip bu şekilde konuşacağını kim tahmin edebilirdi?Bernard Kouchner'in Bağdat'a yaptığı 3 günlük sürpriz ziyaret, bu bakımdan -Fransızlar dahil- bütün dünyayı şaşırttı.ABD 2003'te Irak'ı işgal ettiği zaman, buna karşı en sert sesler Paris'ten yükselmişti. Chirac yönetiminin tavrı, Fransa ile ABD arasında zaman zaman gerginlik boyutları alan bir soğukluk yaratmıştı...Yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Washington ile ilişkilere farklı -yani daha olumlu- yaklaşacağı zaten söyleniyordu. Bu ayın başlarında ABD'ye "tatil" için giden "Sarko"nun, Bush ile yaptığı görüşmelerde, ilişkileri daha uyumlu şekle sokmak konusunda önemli bir adım attığı anlaşılıyor.Fransa'nın Irak politikasında yapılan "ince ayar"ı bu çerçevede değerlendirmek gerek... "AMERİKALILAR Irak'ta hata üstüne hata yaptılar. Şimdi onlara çatmanın zamanı değil, çözüme yardımcı olmanın zamanı... Tarihi yeniden yazmak imkânsız. Sayfayı çevirmek lazım"... Dünkü "Le Monde" başyazısında Kouchner'in bu sürpriz ziyaretinin, "Fransa'nın Irak'a dönüşü"nü sembolize ettiğini belirtiyor.Bu aslında bir "dönüş"ün ötesinde, Fransız diplomasisindeki bir
Yorum Demokrat Parti başkan adaylarının, televizyonlara da yansıyan Des Moines'deki son toplantılarda söyledikleri, amaçta hemfikir olmakla beraber, stratejide farklı düşündüklerini ortaya koyuyor.Senatör Hillary Clinton gibi Senatör Barack Obama, Senatör Joseph Biden ve eski BM Büyükelçisi Bill Richardson da ABD'nin bir an önce Irak'tan geri çekilmesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak adayların bir kısmı (Bayan Clinton dahil), çekilmenin aceleye getirilmemesini, geride nasıl bir Irak'ın bırakılacağı konusunda dikkatli davranılmasını istiyor.Bu konuda Senatör Biden daha da kesin konuşuyor: "Eğer Irak'ı kaos içinde bırakırsak, bir bölgesel savaş çıkacak, bu ise Şiileri, Suudileri, İranlıları ve Türkiye'yi de bunun içine çekecek".Des Moines'deki tartışmaları Demokrat adayların Irak'tan çekilme stratejisine şimdi baştaki tutumlarına kıyasla daha farklı ve çekingen yaklaştıklarını gösteriyor... ABD'de son günlerde Irak'tan "çıkış stratejisi" ile ilgili tartışmalar kızıştı. Özellikle Demokrat Parti saflarında ve önde gelen bazı gazetelerde tartışılan konu, artık "çekilme veya çekilmeme"den çok, "çekilme zamanı ve şekli" noktasında odaklanıyor. Şu sırada Washington'da Irak'ın geleceğiyle
Yorum Kadrosunda pek çok tanınmış eski devlet adamının ve diplomatın da bulunduğu ICG, yakın geçmişte Türkiye'yi yakından ilgilendiren konularda da çalışmış, örneğin (bizim de daha önce bu köşede irdelediğimiz) Kıbrıs ve Kerkük meseleleri üzerinde raporlar yayımlamıştır.ICG dün gene Türkiye'yi ilgilendiren bir rapor yayımladı. Başlığı: "Türkiye ve Avrupa - Bundan Sonraki Yol"...Genelde ICG'nin raporları ciddi uluslararası bunalımları konu olarak aldığı için, bu son belgenin başlığı, ilk bakışta dikkatimizi çekti: Acaba Türkiye ve Avrupa (AB) arasındaki ilişkilerde, "bundan sonraki yol"da bir kriz mi görünüyor? Uluslararası Kriz Grubu (ICG), dünyanın çeşitli yerlerindeki uyuşmazlıklar ve krizlerle meşgul olan, itibarlı ve etkin bir kurumdur. Brüksel merkezli bu bağımsız örgütün görevi, uluslararası anlaşmazlıkları objektif bir şekilde incelemek, yayımladığı raporlar ve yaptığı temaslarla, krizlerin çözümlenmesine yardımcı olmaktır. Rapor üzerinde 6 ay çalışan ICG'nin Türkiye uzmanı, Hugh Pope'un deyişiyle, bu konu bir krizle ilintili görüldüğü için değil de, Türkiye'ye bir "bölgesel aktör" olduğu ve bu ilişkilere "Avrupa'nın geleceği bakımından da büyük önem verildiği için"