Temmuz ayının bitmesiyle bu açıdan kritik bir aşama daha sonuç alınamadan geride bırakıldı. Irak Anayasası'nın 140'ıncı maddesi gereğince yıl sonuna kadar Kerkük'ün statüsü konusunda yapılması gereken referandum öncesinde iki şeyin gerçekleşmesi gerekiyordu. Bunlardan ilki "normalleşme süreci" diye tanımlanmıştı. Buna göre Saddam tarafından kovulan "gerçek Kerküklüler" dönecek, evlerine ve arazilerine yerleştirilmiş olan Araplar gidecekti. Kerkük konusundaki gelişmeler daha önce yaptığımız tahminler doğrultusunda ilerliyor. Kürtler, bu maddeye dayanarak, Kerkük'ü yapılacak referandum yoluyla ele geçirmek için çeşitli bölgelerden kente insan yığdılar. Bu arada merkezi hükümetle anlaşarak Arapların bölgeden ayrılmalarını hızlandırmak için parasal bir teşvik paketi dahi oluşturdular. Fakat pek giden olmadı. Daha doğrusu, gidenler daha çok kente asıl kimliğini vermiş olan fakat baskılardan yılan Türkmenler arasından çıktı. Özetle, "normalleşme süreci" Kürtlerin istediği gibi gerçekleşemedi. Bu olmayınca, temmuz sonuna kadar yapılması gereken nüfus sayımı da gerçekleşemedi. Bu yapılmadan kentin statüsü için yapılacak referandumun gerçekleştirilmesi de mümkün değil. Zira kimlerin oy
Söz konusu diplomatlar, "Daha fazlası siyaseten şımartırdı" diyerek AKP'nin Anayasa'yı tek başına değiştirebilecek güce erişememiş olmasını da "sağlıklı bir gelişme" olarak nitelediler. Bu arada, AKP'nin yeni dönemde ne yapması ve ne yapmaması gerektiği konusunda da fikir yürüttüler. Üzerinde durdukları konulardan ikisine burada, güncellik sıralamasına göre, değinmek istiyorum. Bunlardan ilki, doğal olarak, cumhurbaşkanlığı seçimi, ikincisi ise "AB perspektifi" ile ilgili. Seçimlerden sonra Ankara'da bir grup AB'li diplomatla yemekte buluştum. Diplomatlar, AKP'nin kazanmasına şaşırmadıklarını söylediler. Ancak, desteğin bu kadar yüksek olacağını da tahmin edemediklerini teslim ettiler. Tüm diplomatlar, Dışişleri Bakanı Gül'ün yetenekli ve özellikle de AB ile ilişkiler açısından son derece olumlu bir isim olduğunu vurguladılar. Bu arada, demokratik kurallara göre, cumhurbaşkanlığına adaylığını koymasının doğal hakkı olduğunu belirttiler.Ancak, AKP'nin çok farklı kesimlerden oy aldığına da işaret ederek, bir hususun altını çizdiler. Gül'ün tekrar cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi halinde bunun hem yurtiçinde hem de yurtdışında "rövanşist bir hamle" olarak görüleceğini ve
Şaşırtıcı olan, kendisine katılıp "laikliğin elden gittiğini" düşünenlerin sayısıydı. Frattini'yi savunanların sayısının onu eleştirenler kadar çok olması, kanımca düşünülmesi gereken bir gelişmedir. Bu okurların söyledikleri kendi ifadeleriyle -özetle- şudur:"Adama kızmayın, çünkü haklı. Milyonlarca insanın laiklik adına sokağa dökülmesine rağmen seçimlerden böyle bir sonuç çıkıyorsa, biz bu ülkeyi tanımıyoruz demektir. Oysa Batılı görüntüyü algılamış ve iki kelimeyle fotoğrafını çekmiş. Gerçekten 'laik azınlık' konumuna düştük. Aksini iddia edenler farklı bir dünyada yaşıyorlar. Memleketi bu hale getirenlere lanet olsun. Burada AKP'yi de kastetmiyorum." AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Franco Frattini'nin "laik azınlık" sözünü eleştiren son yazım üzerine çok sayıda elektronik posta mesajı aldım. Frattini'ye yönelttiğim eleştirilere katılanlar, doğal olarak, şaşırtıcı değildi. Psikolog değilim, ama bu sözlerin bir "çaresizlik" duygusunu yansıttığını söylemek için uzman olmak gerekmiyor. Bu arada, CHP'nin kızgınların hedef tahtasında olmasına da şaşmamak gerekiyor. Kızgınlığı anlayabiliyoruz, ama çaresizliğe kapılmayı doğru bulmuyoruz. Aksine, seçim sonuçlarının iyi analiz edilmesi
Duayenimiz Sami Kohen'e bu açıdan katılmamak mümkün değil. Türkiye'deki seçim sonuçlarına ağırlıklı olarak din-laiklik, asker-sivil açısından bakanlar yargılarında gerçekten yanılıyorlar. Bu çerçevede özellikle Fransız basınında yer alan "İslamcılar kazandı, laikler kaybetti" manşetleri dikkat çekiyor. Bu manşetlerin, Türkiye ile ilgili gerçekleri yansıtmaktan çok, Fransızlarda yaygın olan İslam korkusuyla ilgili olduğu apaçık ortada. Türklerin yeterince tanımadıkları Batı ile ilgili birçok yargılarını yüzeysel varsayımlar üzerine kurdukları kesin. Ancak bu seçimler, Batılıların da Türkiye'yi hiç tanımadıklarını, anlayamadıkları şeyler karşısında basit varsayımlara sarıldıklarını gösterdi. Yoksa hem Fransız gazeteleri hem de diğer Avrupa ülkelerindeki gazeteler, bal gibi, "AKP Kürt oylarını da aldı" veya "Merkeze geçen AKP'ye laik kesimden destek" türünden manşetler de atabilirlerdi. Avrupa'da derin bir bilgisizliğe dayanan bu hava yayılırken, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Franco Frattini'nin Türkiye'de, "hakları korunması gereken laik azınlıktan" bahsetmesine ilk bakışta şaşmamak gerekiyor. "Adam kendi basınında ne okuyorsa ona göre tepki gösteriyor" diye düşünmek bu durumda
Böylece, tek başına hükümet kurabilecek olan Başbakan Erdoğan'ın istifa etmesi gerekmeyecek. Buna karşılık, AKP Anayasa'yı değiştirecek kadar oy da alamadı. Yani seçmen AKP'ye açık çek de vermedi. Seçimin asıl kaybedeni olan CHP ise kemikleşmiş oy tabanı ve "mitinglerin rüzgârı" sayesinde ana muhalefet partisi olarak yoluna devam edecek. Fakat aldığı sonuçtan sonra parti içi huzursuzluğun dışa vurması çok zaman almayacaktır. Seçimlerden çıkan tek sürpriz -ki o da Tarhan Erdem'i ciddiye alanlar için geçerli değil- AKP'nin aldığı yüksek oy oranıdır. Yoksa sonuçlar, başta Erdem olmak üzere, birçok kişinin tahmin ettiği gibi çıktı. MHP'ye gelince, bu parti de birçok kişinin beklediği çıkışını yaparak Meclis'e girmeyi başardı. Yükselişinin arkasında da, kuşkusuz, AB'den gelen olumsuz yansımalardan, artan PKK saldırılarına kadar birçok faktör var.Bu da Türkiye'yi rencide ederek yabancılaştırmanın ve PKK gibi hayati bir konuda yalnız bırakmanın nasıl bir toplumsal tepkiye yol açtığını anlamaları açısından ABD ve AB'ye bir mesajdır. MHP'nin dışişleri kökenli milletvekilleri de zaten bunu kendilerine sürekli anımsatacaklardır. ABD ve AB'ye mesaj Fakat MHP'nin başarısını da abartmamak
Bu da bir tarafın mutlaka kazanması, diğer tarafın mutlaka kaybetmesi anlamına geliyor. Güzel de, işlerin bu kadar basit olduğunu pek sanmıyorum. Yabancılar da zaten Türkiye'nin ne denli karmaşık, kendi ifadeleriyle, ne denli "komplike" bir ülke olduğunu öğrenmeye başladılar.Seçim kampanyaları zamanında her türlü vaadin yanı sıra her türlü suçlamanın havada uçması son derece doğaldır. Bunun Türkiye'ye has olduğuna inanan varsa dünyayı pek bilmiyor demektir. Bu, demokrasinin özünde var. Seçimlerin erken yapılmasına yol açan gelişmeler zinciri dünyada "iki Türkiye"nin olduğuna dair bir izlenime neden oldu. Kısacası "bölünmüş bir millet" görüntüsü veriyoruz. Yabancı basında peş peşe gelen yorumlara bakacak olursak, bu seçimlerin -Amerikalıların kumardan aldıkları bir siyasi deyimle- "sıfır yekûnlu bir oyun" olduğu izlenimine kapılabiliriz. Seçmene cazip görünmek için kendinizi cilalayıp rakibinizi kötüleyeceksiniz. Oyunun kuralı budur. Seçmenin kimi nasıl cezalandırıp kimi nasıl ödüllendireceği ise peşinen belli olmaz. Sadece tahminler yürütülebilir.İngiltere gibi siyaseten "sofistike" olan bir ülkede bile John Major'ın 1992 seçimlerini kaybedeceğini kesin olarak iddia eden birçok
Türkiye şu sıralarda yabancı gözlemci kaynıyor. Bunlardan biri de 30 yıldır Türkiye'yi takip eden, ancak çalıştığı kurum izin vermediği için ismini veremeyeceğim, eski bir dostum. Önemli olan da zaten ismi değil, söyledikleri. Önceki gün Time'daki genç kızı konuşuyorduk. Tartışmaya açık şeyler söyledi. "Batı'ya dönük olan Atatürk'ün Türkiye'sini Batı'dan uzaklaştıranlar, Time'daki kızın temsil ettiği kesim değil" dedi. Bir "Türk paradoksundan" söz ederek, bundan "Batılı görünen kesimlerin sorumlu olduğunu" belirtti. Bu kesimlerin, "modern görüntüleri uğruna sarıldıkları laiklik gibi kavramların kaynağının neresi olduğunu bile unuttuklarını" söyleyerek, Türkiye'de çok karşılaştığı, "Biz 'Batılı' değil, 'çağdaş' olmaktan söz ediyoruz" söylemindeki "çelişkiye" işaret etti. Time'ın kapağındaki türbanlı Türk kızı bizde "Batılı" görünen birçok kişiyi kızdırdı. "Biz bu değiliz" diyen bu kişilerde Türkiye'de yaygın olan "hoşa gitmeyeni yok sayma" hastalığının semptomlarını görüyorum. "Kökleri Avrupa'nın aydınlanma çağında olan değerleri savunduklarını iddia edip 'çağdaşlaşmayı' Batı'dan bağımsız bir olgu olarak göstermeye çalışırken içine düştükleri açmazı göremiyorlar" diye
Genelkurmay Başkanı General Peter Pace ile Pentagon'da cuma günü Irak üzerine bir yuvarlak masa toplantısına katılan Gates'e, "TSK'nın sınıra yığdığı 200 bin asker" soruluyor.Gates de, kendisine intikal eden hiçbir bilginin bu rakamı doğrulamadığını söylüyor. Ama emin olmak için General Pace'e dönüyor. Pace de bu rakamın doğru olmadığını belirterek, "TSK sınırda zaten takviye güce gerek kalmadan bir operasyon yapacak kadar asker tutuyor" diyor. Türkiye'nin olası bir sınır ötesi operasyon konusu ABD'yi meşgul etmeye devam ederken, Washington'un sınırın Türk tarafında meydana gelen askeri hareketliliği sıkı takip altına aldığını bizzat Savunma Bakanı Robert Gates'in geçen hafta yaptığı bir açıklamadan anlıyoruz. Amerikan ordusunun Kuzey Irak'taki tepelerden, alçak uçan helikopterlerden, savaş uçaklarından ve uydulardan TSK'nın sınırdaki hareketlerini izlemeye aldığı kesin. Yakın geçmişte yaşanan "hava sahası ihlali" gibi gelişmeler de buna işaret ediyor. Amerikan ordusunun peşmergelerle bu konuda işbirliği içinde olduğu da kesin. Zaten aksini düşünmek saflık olur. Zira iki taraf da, TSK'nın yapacağı bir sınır ötesi operasyonun "Kuzey Irak'taki göreceli istikrarı tehdit edeceği"