Blair, özetle, teröre karşı "sert güvenlik tedbirlerinin" zorunluluğunu kabul ediyor. Ancak -ki bu çok büyük bir "ancak"- terörle mücadelenin aynı zamanda "siyasi bir süreçle desteklenmesi gerektiğini" vurguluyor. Yakında görevden ayrılacak olan İngiltere Başbakanı Tony Blair, Milliyet gazetesi aracılığıyla Türk halkına gönderdiği ve önemli konulara işaret ettiği veda mesajında, PKK terörizmine de değinerek Türkiye'ye kayda değer bir öğütte bulunuyor. Bunun önkoşulunu ise terörü benimsemiş olanların şiddetten vazgeçtiklerini beyan edip bunu göstermeleri olarak ortaya koyuyor. Blair bunları söyleme yetkisini nereden aldığını da yazısında açıklıyor. Bu çerçevede, İngiltere'nin 1969'dan bu yana, kendisinin ise son 10 yıllık iktidarı sırasında mücadele ettiği ayrılıkçı IRA terörünü sona erdirmedeki deneyimlerine işaret ediyor. Nitekim, Türkiye'de fazla dikkat çekmedi ama bundan birkaç hafta önce Kuzey İrlanda'da aşırı monarşist Protestanlardan ve zamanında IRA faaliyetlerine bulaşmış milliyetçi Katoliklerden oluşan bir yerel yönetim kuruldu. IRA deneyimlerini anlattı Kuzey İrlanda'da son 36 yıldır cereyan edenleri bilenler için bu gerçekten inanılmaz bir gelişmeydi. O kadar ki
Bunun ardından Başbakan Erdoğan ile Yaşar Paşa'nın "Dolmabahçe görüşmeleri" yaşandı. Orada nelerin konuşulduğunu hâlâ bilmiyoruz. Konuşulanlar da bu konuda açıklama yapmamaya kararlı olan iki kişi arasında gerçekleştiği için, herhalde yakın bir zamanda öğrenemeyeceğiz.Buna karşılık, o görüşmeden bugüne kadar gerçekleşen gelişmelere baktığımızda ortaya olumsuz olmayan bir görüntünün çıktığını da samimiyetle teslim etmek durumundayız. Örneğin, 12 Nisan'da "Kuzey Irak'a girersek yararlı olur" diyen Yaşar Paşa buna daha sonra "gerçekçi bir şerh" getirerek bölgede sadece PKK değil, Barzani güçleri ve ABD'nin olduğunu da belirtme ihtiyacını duydu. Bazılarının aksi yöndeki tüm zorlamalarına rağmen bazı gelişmelere olumlu bakmamız gerekiyor. Geriye doğru bir göz atalım. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın 12 Nisan'da yaptığı basın toplantısı ve bundan iki hafta sonra gelen "27 Nisan Muhtırası" hükümet ile TSK arasında ciddi bir kopukluğa işaret ediyordu. Daha sonra hükümetin çağrısıyla olağanüstü bir güvenlik zirvesi yapıldı ve bunun ardından Başbakanlık'tan yapılan açıklamada, "hükümet ile TSK'nın tam bir uyum içinde oldukları" kamuoyuna duyuruldu. Bazı emekli generaller ve
Avrupa'daki tepki, "AB üyeliğine oynayan, üstelik laik olduğunu ısrarla vurgulayan bir ülke nasıl olur da fikir özgürlüğü konusunda Avrupa'nın ilkelerine ters düşen bu toplu girişime katılır?" şeklindeydi. Danimarka'da yayımlanan Jyllands Posten gazetesinin "karikatür krizi"ne neden olmasından sonra, Türkiye'nin Kopenhag Büyükelçisi'nin de Müslüman meslektaşlarıyla birlikte Danimarka Dışişleri Bakanlığı nezdinde protestoda bulunması Ankara'yı zor durumda bırakmıştı. Ancak Türkiye'nin yapabileceği fazla bir şey yoktu. AKP değil de başkası iktidarda olsaydı durum değişmezdi. Zira nüfusu Müslüman olan bir ülke olarak Türkiye bu tepkiyi göstermeseydi, söz konusu karikatürleri onayladığı anlamı çıkarılır ve içeride ciddi sorunlar yaşanabilirdi. Özetle, bu kriz Türkiye'nin "kimlik" ekseninde yaşadığı çelişkileri ortaya koymaya yetmişti. "Batı'ya dönük" laik bir ülke olsa da din gibi "öze matuf" konular gündeme geldiğinde, Türkiye'nin "Müslüman Doğu" ile birlikte hareket ettiğini göstermişti.İşte bu çelişkiyi tekrar gündeme getirebilecek yeni gelişmeler yaşanıyor şu anda. Seçimler, Kuzey Irak derken içe kapandığımız için bunu pek göremiyoruz tabii. Bu gelişmelerden ilki, Gazze'yi
Burada galiba esas şaşırtıcı gelen ve bu olaya haber niteliği kazandıran husus, diplomatlarımızın davet edilmedikleri belirtilen bu toplantıya üst düzey askerlerimizin katıldıklarının bildirilmesidir. Bunun da kuşkusuz, konunun belki de abartıldığını gösteren makul bir açıklaması vardır. Burada üzerinde durmak istediğimiz mesele de zaten bu değil. Esas söylemek istediğimiz, yapıldığı belirtilen tartışmaların içeriğiyle ilgilidir. ABD'nin muhafazakâr düşünce kuruluşlarından Hudson Institute'ta düzenlenen ve Türkiye'de tepkiyle karşılanan "beyin fırtınası"nı", bizde de "metal fırtınası" senaryolarının dillendirildiği bir dönemde, pek de şaşırtıcı bulmamamız gerekir. Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı'na bir suikast düzenlenmesi ve PKK'nın Beyoğlu'nda 50 kişiyi öldürmesi nedeniyle TSK'nın Kuzey Irak'a girmesi senaryosu üzerine kurgulanan bu beyin fırtınasının nedenlerini kanımca Washington'da değil, Ankara'da aramalıyız.Zira Türkiye'ye şu anda dışarıdan bakıldığında, devletin temel organlarının çatışma içinde olduğu, iç siyasi çekişmelerin bir yana bırakılıp ülkenin yüksek menfaatleri ve stratejik çıkarları konusunda gerekli olan "konsensüs"e bir türlü varılamadığı bir ülke
İlk örnek ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın söylediği belirtilen "Eğer Türkiye Kuzey Irak'a sınırlı bir harekât yaparsa bizim yapacağımız fazla bir şey yok" sözleridir. ABD Büyükelçiliği kaynakları Rice'ın böyle bir şey söylemediğini, bu sözlerin "AP ajansı editörünün kişisel yorumu olduğunu" bildirdiler. Kuzey Irak ile ilgili gerginlik kademeli olarak tırmandırılırken bu konuda yapılan bazı açıklamaların bizde ya yanlış ya da hiç yansıtılmaması dikkat çekiyor. Ayrıca Rice'ın ne söylediğini gösteren bir metin geçtiler. Bu ise Rice'ın hiç de öyle, "Eh, yaparlarsa bizim de yapacağımız bir şey yok" havasında olmadığını gösteriyor. Sınırlı bir operasyonun Washington tarafından kabul edilebileceğini ima eden Rice, buna karşılık, Türkiye'nin yapacağı "güçlü" bir harekâta karşı çıkacaklarını da ortaya koyuyor. Rice bu konuda şunları söylemiş:"Öyle zannediyorum ki daha güçlü bir operasyona kalkışmanın olumsuz sonuçlarını biliyorlar ve anlıyorlar. Bu sonuçlar ne Irak ne de Türkiye için iyi olur. Bu yüzden Türkiye ile birlikte çalışmaya hazırız. Ancak, gerçekleştirilecek olan tek taraflı ve güçlü bir operasyon hiç kimsenin yararına olmayacaktır." Rice güçlü harekâta karşı Burada,
Dışişleri Bakanlığı'nın toplantı salonunda yapılan konferansa katılım oldukça yüksek. Dinleyiciler arasında emekli ve işbaşında olan diplomatların yanı sıra, akademisyenler, bankacılar ve üniversite öğrencileri var.Türkiye'deki gelişmelere olan bu ilgi bizi şaşırtıyor. Şaşırtıcı olan başka bir şey ise hem Yunanlı gazeteci ve akademisyenlerden oluşan panelimizdeki diğer konuşmacıların, hem de dinleyicilerin Türkiye'deki gelişmeleri ne denli yakından izlediklerini gösteren sunumları ve soruları. Andreas Papandreu'nun anısına kurulan "Stratejik ve Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü"nün konuğu olarak Atina'da bulunuyoruz. Konferansın konusu ise Türkiye'deki iç gelişmeler. İlgi çeken diğer bir husus da eskiden bu tür toplantılarda özellikle Ege ve Kıbrıs konuları gündeme geldiğinde hemen ortaya çıkan "klişe" yaklaşımlardan eser olmaması. Dinleyiciler Türkiye'de olup bitenle samimi bir şekilde ilgileniyorlar. Doğal olarak da bu gelişmelerin ülkelerine nasıl yansıyacağını merak ediyorlar. Biz de bu konferans vesilesiyle kendilerine son günlerde Türk medyasında da çıkan ve Yunanlıların ağırlıklı bölümünün Türkiye'yi tehdit olarak algıladıklarını gösteren kamuoyu yoklamasını sorduk.
Putin'in bu yaklaşımla birkaç kuşu birden vurmak istediği ortada. İlk etaptaki amacı ise elbette ki ABD'yi Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi eski Sovyet uydularından uzak tutmak ve Rusya'nın bu ülkeler üzerindeki gölgesini bir şekilde hissettirmeye devam etmek.AB üyesi olmalarına karşın bu ve benzeri ülkelerin Rusya'ya dönük güvenlik korkularını henüz aşabildikleri de zaten ortada. Sesini çekinmeden duyuran bir Rus azınlığa sahip olan Estonya'da son olarak bir Sovyet savaş anıtının yerinin değiştirilmesi üzerine patlak veren, ancak bizde fazla bilinmeyen olaylar da bu korkuları depreştirdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ABD'nin "İran tehdidine karşı" Orta Avrupa'ya yerleştirmek istediği füze savunma sistemlerini Türkiye'ye yerleştirebileceği yolundaki önerisini bir tahrik girişimi olarak görmek gerekiyor. Bu yüzden söz konusu ülkeler "eski Avrupa"ya oranla çok daha fazla "Atlantisist"ler ve bu nedenle de ABD ile askeri ilişkilere büyük önem veriyorlar. Irak krizinde Amerika'nın yanında durmaları da buna dayanıyor. Washington, istediği füze kalkanının İran'dan gelen tehdit için olduğunu söylese de eski Sovyet uyduları bu sistemleri de esas itibariyle Rusya'ya karşı güven
Her şeyden önce Erdoğan, hoşgörü açısından Türkiye'nin imajına büyük darbe indiren Rahip Santoro cinayeti ve Malatya katliamı sonrasında ülkemizde yok sayılabilecek kadar az olan Hıristiyan vatandaşlarımıza sahip çıkamadı. Kendilerine güven aşılama çabasına giremedi. Başbakan Erdoğan'ın, her fırsatta büyük övgüyle söz ettiği, "medeniyetleri barıştırma misyonu"nun çok fazla bir ilerleme kaydedemediği ortada. Kanımca bu durumdan asıl kendisi ve AKP sorumlu. Bunun da çeşitli nedenleri olduğunu düşünüyorum. Onlarla birlikte görünmekten çekinmesi bir yana, Malatya katliamı sonrasında Türk Protestanlarının yaptıkları ve o koşullarda doğal sayılabilecek duygusal açıklamaları "kışkırtıcı" bile ilan etti. Kısa bir süre önce bir grup Gürcü rahibin Artvin'de dövülmesinin ardından da sessiz kalmayı yeğledi. Oysa Gürcistan ile sözde iyi ilişkilerimiz var. Bu gelişmenin Gürcülerde nasıl tepki yarattığını Türkiye'de pek fark etmedik.Son olarak da Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan'ın, "Ölüm tehditleri alıyoruz", gençlerimiz ülkeyi terk ediyor uyarılarını, "Ne olmuş yani, biz de tehdit alıyoruz" gibi sözlerle azımsama yolunu benimsedi. Oysa tüm yaşananlar sonrasında bu sözlerin son derece ciddiye